Haberler

Haberler (103)

Zikir, Kur’an’ın emrettiği önemli bir ibadettir ve yukarıdan beri anlatıldığı şekillerde yerine getirilmesi mümkündür. Bazı kesimler tarafından “gizli mi - açık mı; toplu mu - tek başına mı yapılmalı?” gibi tartışmalara ihtiyaç yoktur. İslâm, mü’minlerin nasıl ibâdet edeceklerini göstermiştir. Emredilen ibâdetlerin dışında dileyen, bid’at olmamak şartıyla, Peygamberimizin yaptığına benzemek kaydıyla, istediği kadar nâfile ibâdet yapabilir.

Ancak İslâm’ı bize öğreten Peygamberi ve O’nun sahâbelerinin hayatında, kol kola verilmiş bir şekilde, yatıp kalkarak, bağırıp çağırarak, kendinden geçerek bir zikir yapma şekli yoktur. Hele hele de zikri mutlaka bir üstadın emri altında yapıp, zikri üstadlara, şeyhlere havâle etmek, onların da Allah’a götürmelerini beklemek gibi bir yanlışlık yoktur. Kul, gücü yettiği kadar ibâdet yapar, dili döndüğü kadar duâ eder, Rabbini anar. Umulur ki Allah (c.c.) ihlâsla yapılan az amellere bile bol karşılık verir. (21)

Zikrin âdâb ve usûlü vardır. İnsan Allah’ı zikrederken (daha doğrusu zikir ibâdetinin bir cüz’ünü icrâ ederken) gülünç ve komik durumlara düşmemeli, maskaralık yapmamalıdır. Zikir yaparken kan ter içinde kalıp başına tavana değecek kadar hoplayıp zıplamak ibâdet değil; çirkin bir harekettir. Süryânîlerin rûhânîleri, ibâdet esnasında kan ter içinde kalıncaya kadar didinirlerdi. Bizim câhil dervişlerin arasında da bunların hareketlerine benzer davrananların sayısı hiç de az değildir. Bu tamamen cehâletten ve düşünmeden körü körüne taklitten kaynaklanan bir durumdur. (22)

Müslüman, zikir esnâsında acziyet içinde Hakkı düşünmeli, sükûnet ve vakarını bozmamalıdır. Zikir yaptığını iddiâ eden birtakım kimselerin havalara sıçradığı, tepindikleri, bağırıp çağırdıkları görülmektedir. Bu hareket, zikrin mânâsıyla hiç bağdaşmamaktadır. İslâm’ın ibâdet anlayışına da ters düşmektedir. Zikir, tefekkür, nefis terbiyesi, ihsân gibi dinin emir ve tavsiyeleri; sadece belirli zümrelerin tekelinde kabul edilemez; bunlar bütün müslümanların malıdır. (23)

Tasavvufta zikir, hem anlayış hem de uygulama bakımından, sünnetteki zikir anlayışıyla bağdaşmayacak bazı ögeler içermektedir. Anlayış olarak zikrin Kur'an'da otuzdan fazla anlamından sadece birini, en fazla birkaçını alıp zikir olarak sadece bunu öne çıkartması, bununla yetinmesi ve hatta zikri, bütünün bir iki parçasını cennet için yeterli kabul etmesi, halka bu anlayışı yayması, zikri ve dolayısıyla dini daraltması, ilk dikkat çeken husustur. Bazı kelimeleri tekrarlarken, bilincini kaybederek cezbe içinde kendinden geçmesi halinde hiçbir sevap da elde edememiş olur. Zira uyku, unutma ve geçici de olsa aklın kaybı zamanlarında kalem insanın üzerinden kaldırılmıştır. Böyle durumlarda kalemin sevap defterine birşeyler yazmasını ummak, İslâm'ı bilmemek demektir. Zikir; uyanıklığın, düşünmenin ve bilincin esası iken (Kur'an ışığında böyle olması gerekirken), zikir adı verilen bazı toplantılarda insanlar kendilerinden geçirilmekte, âdeta uyuşturucu kullanan esrarkeşler gibi hayal dünyasında tatlı rüyalara daldırılmaktadır. Bazıları defle dümbelekle halay çeker, dans eder gibi dönüp durmakla zikir yaptığını zannediyor. Kimi de kendini kaybedip, kendilerini hipnotize eden şeyhleri tarafından oralarından buralarından şiş kebabı gibi şişleniyorlar, kendi nefislerine zulmediyorlar. Kimileri bağıra çağıra, taşkınca; kimileri de sessiz sâkin ama şaşkınca "zikir" yaptıklarını iddia ediyorlar.

Bu anlayış ve gelenekte zikrin aksiyoner, dinamik hiçbir yönü yoktur. İbâdet ve zikre ayrılmış belirli zamanların dışındaki günlük hayatla zikrin hiçbir ilişkisi yoktur. Ya çok sesli veya tümüyle dilin devreden çıkartıldığına şahit olunur. Nakşîlikte zikir, hemen tamamen zihinseldir. Dille zikir, sadece "hatm-i hâcegân" sırasında Kur'an'dan bazı küçük sûreler okumak ve biraz salevât getirilerek yapılır. Onun dışında kelime-i tevhid ya da lafza-i celal'in tekrarı dille değil, zihinden, içinden geçirilerek yapılır. Bunların yanında Nakşî tarikatlarda, esas zikir şekli, râbıtadır. Râbıta, diğer zikir biçimlerinden üstün sayılmıştır. Yani, râbıta; kelime-i tevhidin, ya da lafza-i celâlin, gerek dille ve gerekse zihinden tekrarı şeklindeki zikirden, hatta Kur'ân-ı Kerim'i okumaktan bile faziletli sayılır. Râbıtanın kaynağı ise Budizm'dir. Kitap ve Sünnette bununla ilişkin herhangi bir delil yoktur. (24)

Bu anlayış ve tavır, Tasavvuf Sözlüğünde şöyle açıklanır: “Tasavvufa göre zikir, ‘Allah’ kelimesini veya ‘Lâ ilâhe illâllah’ cümlesini söylemek ve tekrarlamak demektir. İlkine ‘lafza-i celâl’, ikincisine ‘kelime-i tevhid zikri’ veya ‘tevhid zikri’ denir. Tarikat ehlinin belli kelime ve ibâreleri belli zamanlarda, belli sayıda, belli bir edeb dâhilinde her gün düzenli olarak söylemeleri; ‘vird’ ve ‘hizib’ olarak da adlandırılır. Tarikat ehlinin ve sûfî cemaatlerinin bir yerde toplanıp şeyh veya halîfesinin gözetiminde ‘Allah, Allah’; ‘hû, hû’; ‘hay, hay’ gibi belli ibâreleri belli bir hareket düzeni içinde söylemeleri. Bu çeşit toplu zikirlere; tarikat âyini, semâ, hadra ve deverân gibi isimler verilir. Söylenen sözleri ve hareketlerin ritmik (âhenkli) olması icap eder. Bu tür zikirlerde bazen ney, kudüm ve def gibi enstrumanlar da kullanılır; Mevlevîlikte, Halvetîlikte olduğu gibi. Bu tür zikirler ekseriya tekkelerde icrâ edilir. Zikirde zikreden, zikredilenden başka her şeyden geçer, zâkir zikirde mezkûrdan başkasını hatırlamaz, kendisini kaybeder, yaptığı zikrin bile farkında olmaz. Bu yüzden zikir, kendinden geçip (gaybet, vecd) ve Hakk’ı buluş (vuslat, vücûd) halidir.

Zikir iki türlüdür: 1- Zikr-i cehrî, zikr-i aleniye: Yüksek sesle veya çevrede bulunanların işitebilecekleri bir şekilde sesli olarak yapılan zikirdir. Sesli zikri esas alan tarîkatlara cehrî tarikat denir. 2- Zikr-i hafî: Zikredenin, sadece kendisinin işitebileceği bir şekilde alçak sesle yaptığı zikir. Sessiz zikri esas alan tarikatlara hafî tarikat denir. Melâmet ehli ve Nakşbendîler hafî zikri; Rifâîler, Kadirîler cehrî zikri tercih etmişlerdir.

Kaiden zikir: Tarikat ehlinin bir halka oluşturup oturarak ritmik hareketlerle yaptıkları zikir. Kaimen zikir: Tarikat ehlinin bir halka oluşturup ritmik hareketlerle ayakta yaptıkları zikir. Bu zikir döne döne yapıldığı için devr ve deverân adını da alır. Zikr-i erre, zikr-i minşârî: Yesevîlikte hançereden testere sesi gibi bir ses çıkarılarak yapılan zikir. (25)            

Bazıları, zikir denilince, özel bir tören ve bazı büyüklerin, hocaların yönettiği ve adına “hatim” veya “hatme” denilen halkalar içinde olacağı anlayışına sahiptir. Bunlara karşı çıkanlar, belki biraz abartılı bir yaklaşımla “bu âyin mi, ibâdet mi?” diye sormaktan kendilerini alamamakta; öte yandan tâğûtî güçler ve onların güdümündeki medya da, bu tür toplantıları, saçı sakalına karışmış, dansa benzeyen tuhaf gösterileri İslâm’ı ve müslümanları karalamak için saf zihinleri etkilemek ve onların beyinlerine kazımak kasdıyla bıkmadan gündemde tutup göz önüne getirmektedir.

İbrahim Sarmış, şöyle der: "Şişlerin batırıldığı, karınların yarıldığı ve boyunların kesildiği zikir âyininde olsun, bir şef yönetiminde "illallah", "Allah", "Hû", "yâ Hû" nâraları ve göbekten çıkarılan bıçkı sesleriyle yapılan zikir âyinlerinde ve kadın-erkek karışıp insanların nağmeler eşliğinde kendilerinden geçtiği âyinler, bir çeşit dansla geçen böyle saatlerin ilâhî tecelli saatler olduğunu söylemeleri,  bir garâbettir. Her yıl, bir hafta süren semâ âyinlerinde atılan nâralar, çalınan müzik ve dans eden semâzenlerin yaptıkları da aynıdır. Söyler misiniz, Rasûlullah Rabbini böyle mi zikretti? Ondan sonra, ashâbı Allah'ı böyle mi zikretti? Sahâbîler Allah ve Rasûlünün öğrettiği gibi huşû ve teslimiyet içinde, sessiz ve müziksiz, havf ve recâ arasında, münferiden ve Rasûlullah'ın öğrettiği duâlarla Allah'ı andılar. O'na yalvardılar. Nimetini istediler ve azâbından O'na sığındılar.

Tasavvufçular, zikir esnâsında müridin şeyhini zihninde canlandırmasını, "destûr yâ üstâz (üstâdım yardım et!)" diyerek zikre başlarken, ondan yardım istemeyi, tıpkı Rasûlullah'tan yardım istemek gibi olduğuna inanmasını şart koşarlar. Çünkü kendisini Allah Rasûlüne ulaştıracak şeyhidir. Kalbiyle ve lisanıyla şeyhinden izin isteyerek "destur ey şeyhim!" demesi yanında, tarikat mensupları ve ileri gelenlerinden de izin istemesi, yahut onlara râbıta yapması gerekir. Zikreden kişinin tepeden tırnağa kadar sallanması, önce sağa "lâ" ile başlayıp sola "illâ" ile dönmesi ve doğrulması gerekir. Sola doğru öne eğilerek "illâllah" demesi ile bu işi tamamlar. "Allah", "Hû" gibi tek isimle zikrediyorsa, çenesini göğsüne vurması, koro halinde ve yüksek sesle yapması gerekir. Kelimeyi göbeğinden başlayarak kalbinin derinliklerinden çıkarması icab eder. İşte bu eşsiz pehlivanlık tasavvufçuların zikir şeklidir.

Allah için söyleyiniz, Rasûlullah Rabbini zikrederken böyle tepeden tırnağa kadar sallanıp dans mı ediyordu? Sakalını göğsüne vurup sağa sola mı sallanıyordu? Şüphesiz hayır. Çünkü o, Allah'ın peygamberidir ve Allah'ın huzurunda edeple nasıl ibâdet edileceğini bilir ve insanlara bildirir. Nasıl zikredeceğini Allah ona ve bize şöyle tarif etmiştir: "Rabbini içinden, yalvararak ve O'ndan korkarak yüksek olmayan bir sesle sabah akşam zikret.Gâfillerden olma." (7/A'râ, 205) "Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. Bilmelisiniz ki haddi aşanları O sevmez." (7/A'râf, 55). "Onların (müşriklerin) Beytullah'ın yanında namazları (duâları) da el çırpmak ve ıslık çalmaktan başka bir şey değildir." (8/Enfâl, 35). (26)    

Mevdûdi, ibâdetin özü ve anlamının itaat ve sadâkat olduğunu açıklar (Kur'an'da Dört Terim, s. 28-29). İbâdetin üç unsuru (kulluk, itaat ve sadâkat) üzerinde dururken, şu açıklamada bulunur: "Önce ibâdet'in bu anlamını kafanızda tutun, sorularıma ondan sonra cevap verin:

Efendisinin kendisinden yapmasını istediği işleri yapmayıp daima elleri bağlı, efendisinin önünde duran ve onun ismini anan bir köle hakkında ne düşünürsünüz? Efendisi ona, 'git, şu şu işleri yap' diyor, köle bulunduğu yerden kımıldamıyor, eğilip efendisini on kez selâmlıyor, tekrar ayağa kalkıp elleri bağlı öylece duruyor. Efendisi ona, 'git falan yanlışları düzelt' diye tâlimât veriyor, ama adam yine yerinden kıpırdamıyor, efendisinin önünde eğilmeye devam ediyor. Efendisi 'hırsızın elini bu kötü işten kes!' diye emrediyor. Bunu duyan köle, hırsızın elini keseceği yerde efendisinin söylediklerini tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyor ve 'hırsızın elini kes' emrini yüzlerce kez tekrarlıyor. Şimdi bu kölenin efendisine gerçekten hürmet ettiğini söyleyebilir miyiz? Sizin kölelerinizden bir tanesi böyle davransaydı ne yapardınız, Allah bilir!

 Allah'ın kullarından böyle davrananların kendilerini Allah'a ibâdete adamış olarak kabul etmelerine şaşmıyorum! Böyleleri sabahtan akşama kadar Allah bilir kaç kere Kur'an'daki ilâhî emirleri okurlar, ama bunları yerine getirmek için kıllarını bile kıpırdatmazlar. Diğer taraftan ha bire nâfile namaz kılar, ellerine binlik bir tesbih alır ve Allah'ın adını anarlar. Çok acıklı bir makamla Kur'an okurlar! Onları bu halde gördüğümüz zaman: 'Ne kadar müttakî, ne kadar dindar adamlar!' dersiniz. Bu yanlış anlamanın temelinde ibâdetin gerçek anlamını bilmemek yatar." (27)     

Allah'ın kitabına karşı kör, sağır ve dilsiz olup, bazı güzel kelime ve isimleri, anlamını ve mesajını düşünmeden belli sayıda tekrarlamanın fazla bir önemi yoktur. Bu tavır, insanın vicdanını bastırması, cehâlet ve yozlaşmayı meşrû görüp yaptığı ile tatmin olması, esas zikir olan Kur'an'a karşı sorumluluğu ihmal etmesine sebep oluyorsa, o takdirde bu zikir anlayışının zararı vardır. Hemen tarikatların hepsinde, belirli aşamalardan geçen ve tarikatta kıdemli olanlara, zikir adıyla çok yanlış ifadeler de ders olarak verilmektedir. Anlamını bilmeden (biliyorsa daha kötü) tekrarladığı virdler içinde, belki de insanı şirke götürecek bâtıl sözler vardır.

Meselâ "Lâ mevcûde illâllah" gibi. Bu sözün anlamı: "Allah'tan başka varlık yoktur" demektir. Bir başka deyişle, "tüm varlık Allah'tır" Yani, iyi-kötü yaratılmış ne varsa hepsinin -hâşâ- Allah olduğunu iddia etmek. Ne büyük hata ve sapıklık! Ne dehşetli bir cehâlet! Allah'ın yarattığını, Allah'ın kendisi yerine koymak. Çok korkunç bir gaflet, affedilmez bir suç! Ve sonra bunun adını zikir koymak! Öyleyse, dikkat edilmesi gereken nokta, anlamını bilmediğimiz kelimeleri durmadan tekrarlamak yerine; ondan daha önce, bilmemiz gereken Allah'ın isimlerini ve vasıflarını öğrenmek, Allah'ı kendi zikri olan Kur'an'dan tanımak ve Allah'ın gösterdiği dosdoğru yolda yürümektir.     

 

Evliyâullah / Allah’ın Velîleri Kimlerdir?   

Velî’nin çoğulu “evliyâ”dır. Halk arasında velî veya evliyâ denilince yukarıda anlatılanlar pek akla gelmez. Kafalarda biraz daha özel bir insan grubu şekillenir. Bir taraftan evliyâ göklere uçurulur, onlara karada ve denizde, yerde ve gökte Allah’a ait nice görevler havâle edilir; fakat böyle bir anlayıştaki yanlışlıklar düşünülmez. Buna karşın Kur’an’ın şiddetli yasaklamasına rağmen kimileri inkârcıları, zâlimleri veya tâğutları veli/dost ve sırdaş edinir. Böylelerine toplumun velâyet-yönetim yetkisini seve seve verir. Hatta onların müslümanların aleyhine olan düşmanlıklarına ortak olur. Bazıları da Kur’an’a göre velâyeti caiz olmayan zorbaların Islâm ülkelerinde kurdukları gayri Islâmî düzenlere ses çıkarmazlar, onların siyasetlerinden memnun kalırlar. Onların zulüm sistemlerine destek olur ve bunun ne anlama geldiğini hiç akıllarına getirmezler.

Birçokları ömürlerini aslı astarı olmayan velî-evliyâ menkıbeleriyle (hikâyeleriyle) tüketirken, müslümanların velâyetini gasbedenlerin İslâm âlemini ne hale getirdiklerini, müslümanlara nasıl davrandıklarını hiç düşünmezler. Yanlış velî-evliyâ düşüncesi sebebiyle niceleri Tevhid dininin dışına çıkarlar da farkında bile olmazlar. Bu konuyu Kur’an’ın ve sünnetin çerçevesi dışında değerlendirenler, özel bir statü verdikleri evliyâda olağanüstü güçler ve yetkiler görürler. Onların peşine takılır, bir dediklerini iki etmezler. Ağızlarından, ya da kalemlerinden çıkan sözleri doğru mu yanlış mı diye düşünmeden benimserler. Evliyâ dedikleri kimselerde mutlaka tabiatüstü bir güç ve kerâmet görmek isterler. Göremeyince de kendileri uydururlar. Ya da önceden uydurulmuş malzemeyi kendi şeyhleri için kullanırlar.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da şaşmaz ölçü Kur’an’dır. Öyleyse velî veya evliyâ kimdir, özellikleri nelerdir? “Haberiniz olsun; Allah’ın velîeri (evliyâullah), onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir.” (10/Yûnus, 62) Onlar Allah’tan hakkıyla korkup çekindikleri için, onlara dünyada ve âhirette korku yoktur. Onların ilerisi güzel olduğu için geçmişle ilgili hüzünleri (üzüntüleri) kalmamıştır. Hesapları sebebiyle korkmayacaklar ve hesaplarının kötü olmaması sebebiyle de üzülmeyecekler.

Bu müjdeye kavuşacak olan “evliyâ” kimdir? Cevabı bu âyeti takip eden ikinci âyet veriyor: “Onlar iman edenler ve (Allah’tan) korkup sakınanlardır. Müjde, dünya hayatında ve âhirette onlarındır. Allah’ın sözleri için değişiklik yoktur. İşte büyük kurtuluş budur.” (10/Yûnus, 63-64). Ölçü iman ve takva. Kim hakkıyla iman eder, imanını şirk veya riyâ gibi şeylere bulaştırmazsa ve arkasından da Kur’an’ın tanımladığı takvâya ulaşırsa, işte böyleleri Allah’ın velîleridir.

Yukarıda ifade edildiği gibi, Kur’an ‘velî’ kelimesini hem olumlu hem de olumsuz anlamda kullanmaktadır. Şeytanın velîsi olabildiği gibi, putların da velîsi olabilir. İnkârcılar ve zalimler her bakımdan birbirlerinin velîsidirler. Buna karşın Allah mü’minlerin velîsi/dostu ve yardımcısıdır. O, müslümanların kendi aralarında da velâyet ilişkisinin olmasını emretmektedir. Bunun yanında Rabbimiz iman edip takvâ sahibi olan kullarını kendine ‘velîler-evliyâu’llah’ olarak seçiyor. Demek ki mü’münler için sıradan bir velî olmak değil; Allah’ın velîlerinden, evliyâullahtan olmak önemlidir.

Mü’min zaten İslâm’a bütün benliği ile iman edendir. Buna bağlı olarak bütün mü’minler de takvâ üzere yaşamak zorundadırlar. İman takvâyı gerektirir. Takvâsız mü’min olunamayacağına göre, Allah’ın râzı olduğu bütün mü’minler evliyâdır, Allah’ın velîsidir. Allah da onların mevlâsıdır. Yukarıda mü’minlerin hepsinin birbirlerinin velisi olduğu açıklanmıştı. Elbette mü’min deyince, akla, Allah’tan hakkıyla korkup çekinen teslim olmuş müslüman gelir.

Peygamberimiz’den gelen bir rivâyet konuyu daha anlaşılır bir şekilde açıklıyor.     Peygamberimize Allah’ın velîleri kimlerdir diye sorulmuş, O da şöyle buyurmuştur: “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır, zikredilir.” (Dürrü’l Mensur, 4/370; naklen Elmalılı, 4/495). Hz. Ömer (r.a.)’den rivâyet edilen bir hadiste de, kendileri şehid veya nebî olmadıkları halde nebîlerin ve şehidlerin gıpta ettiği, aralarında ticaret ve akrabalık olmadığı halde birbirlerini Allah için seven kimselerden bahsedilmektedir (Müstedrek, 4/170; naklen Elmalılı, 4/495).  

Evliyâullah (Allah’ın velî kulları), Allah için severek birbirlerine dost, yârân, ahbap olurlar (Ebû Dâvud, Sünne 2, hadis no: 4596, 4/197). Ya da onlar Allah uğruna, O’nun adıyla, O’nun celâli için birbirlerini severler. Bu sevgi ile beraber birbirlerine ilgi gösterirler (Müslim, Birr 38, Hadis no: 2567, 4/1988; Tirmizî, Zühd 53; Dârimî, Rekaik 44, hadis no: 2760, 2/221; Ahmed bin Hanbel, 2/237, 328, 338, 370, 533; 3/87, 4/128, 386).

Takvâ sahibi mü’minler, Hakk’ın canlı şâhitleridir. Onlar, İslâm’ın güzelliklerini pratik hayatlarında gösterirler. Onlar İslâm’ı öylesine güzel yaşarlar ki, onlara bakıldığı zaman Rabbimizin ve O’nun verdiği nimetlerin hatırlanmaması mümkün değildir. İşte Allah’ın velî kulları, müttakî mü’minlerdir. Bu gibi mü’minler özel bir sınıf değillerdir. Bu velîlik sıfatını onlar iman ettikleri ve uydukları Kur’an’dan alırlar. Ne peşlerine gelenlerden, ne de yukarılarda olduğu zannedilen ve olağanüstü şahsiyet olarak düşünülen kimselerden.

Bilindiği gibi İslâm’da ruhbanlık ve özel bir sınıf statüsü yoktur. Herkes Allah’ın önünde eşittir ve herkes Rabbine kulluk yapmakla yükümlüdür. Kimsenin Allah katında bir imtiyazı (ayrıcalığı) yoktur. Üstünlük, derece ve sevap kazanma ölçüsü yalnızca takvâdır. Kimin takvâlı olduğunu da yalnızca Allah bilir. Allah’ı râzı etmeye çalışan kullara Allah’ın pek çok yardım ettiğini, onlara çok hayırlar verdiğini, görünen ve görünmeyen nimetlerle desteklediğini, mü’min topluluklarla çeşitli yardımları ulaştırdığını Kur’an haber vermektedir. Mü’minler zaten kerem sahibi insanlardır; Allah dilerse onlara daha fazla kerâmette bulunabilir. 

Kerâmet, velî olmanın şartı değildir. Allah dilediği kuluna dilediği nimeti değişik şekillerde ulaştırır. Tekrar edelim ki, velî olmanın, yani ‘evliyâullah’tan olmanın şartı iman ve takvâdır. Velî olmak evliyâ sayılmak için başka törenlere, şartlara, uzun boylu açıklamalara, tarîkat silsilelerine, başkaları tarafından verilecek ünvanlara ihtiyaç yoktur. Kur’an, kimin velî olduğunu açık açık anlatmaktadır. (12)

 

Tasavvuf Etkisiyle Velî ve Evliyâ Kavramlarında Anlam Kayması

Müslümanım diyenlerce tahrif edilen Kur’an kavramlarından biri, “velî” kavramıdır.   Kur’an ve sünnetteki gerçek mânası yönüyle bu kavramın içi boşaltılarak tevhidî konumundan soyutlanıp velâyet, ayrıcalıklı bir sınıfa nisbet edilmiştir. Yaşadığımız toplumda, “tevhid”e zarar vermeye müsâit vesîle, şefaat ve velî anlayışları vardır. Eğer nefsimizi ve çevremizi Kur’an’ın gözlüğüyle görmeye çalışırsak, yanlışlıkların önüne geçebiliriz. Tasavvufun etkisiyle, geleneksel anlamda velî (veya evliyâ); benliğini Allah'ta yok etmek sûretiyle birtakım üstün vasıflar kazanarak, hârikulâde şeyler gösterebilen büyük insan anlamında kullanılmaktadır. Hatta daha da ileri gidilerek Allah adına kâinatın idaresini düzenlemeye yetkili kişiler olarak algılanmaktadır.

Hicretin ilk asrında başlayan zühd ve takvâ anlayışı, giderek tasavvufî bir şekle bürünmüş ve 9. yüzyıldan sonra ise geniş ve renkli bir tefekkür meydana getirmiştir. Velî kavramının, Türkler'in İslâm'a girişinden sonra, İslâm öncesi dinlerinden taşıdıkları Şamanizm, Budizm, Zerdüştlük, Mazdeizm, Maniheizm ve Hıristiyanlık gibi inançların tesiriyle ıstılahlaştığı görülmektedir. Öyle ki, Allah'a yakın olduğu kabul edilen, velî diye vasfedilen bu kişilerin fevkalâde kuvvet ve kudretlerle mücehhez olduğuna ve herhangi bir konuda -sağ veya ölü iken- yardımlarının söz konusu olacağına inanılmaktadır. Böyle bir anlayış, velînin takdis olmasıyla sonuçlanmaktadır. Yukarıdaki anlamıyla müslümanlar arasında yaygınlaşan bu velî kavramının menşe' itibarıyla İslâmiyet'le ilişkisi olmadığı söylenir. Aynen hıristiyanlıktaki saint/aziz kültü gibi, müslümanlar arasında yaygınlaşan bu velî kelimesinin İslâm'dan önceki putperest kültürlerle yakın alâkası olduğu ifade edilir. (Bkz. E. A. Westermarck, İslâm Medeniyetinde Puta Tapma Devrinden Artakalan İtikatlar, Ankara, s. 11, 19-20; Haksöz, sayı: 11 (Şubat 92), s.14)

Eski Türk şamanları incelendiğinde bunların Türk velî tipine çok benzediği anlaşılır. Gelecekten haber veren, hava şartlarını değiştiren, felâketleri önleyen, yahut bunları düşmanlarına musallat eden, hastaları iyileştiren, göğe çıkıp uçabilen, ateşte yanmayan, yani bu özelliklere sahip olduklarına inanılan Türk şamanları bu hüviyetleriyle âdetâ İslâm sonrası eserlerde velî veya evliyâ olarak tanındı. Şamanist Türkler, şamanların hârikulâde insanlar olduklarına, ruhlar ve gizli güçler ile ilişki kurup onlara istediklerini yaptırabildiklerine inanırlardı. Türklerin velî telakkisinin oluşmasında eski atalar kültürünün de önemi vardır. Ata öldükten sonra onun ruhunun üstün birtakım güçleri olduğuna inanılır ve ondan şefaat beklenir. Bu üstün rûhânî güçlerle donanmış insan tipinin müslümanlıktaki velî tipiyle ilgi kurulmasında güçlük çekilmedi. Kur'ân-ı Kerim'deki çeşitli mûcizeler gösteren peygamberlerin şahsiyetini kendi din adamlığıyla benzeştirdiler. Velî ve evliyâ kültürünün oluşmasına sebep olan unsurlar şunlardır: a) Eski Türk inançları, b) Budizm ve Şamanizm, c) İslâm öncesi kültür, d) Kitab-ı Mukaddes kaynaklı inançlar, d) İslâm (Kur'an ve hadisler)'ın yanlış yorumu.

10-12. asırlarda İslâmiyet, Orta Asya'da yayılırken tekkelerin çoğu eski Budist manastırlarının yerine, yahut yakınlarına yapılıyor, zamanla manastırdaki azize ait menkıbeler, yerli halkla ilişkiler kurmada kolaylık olması için İslâmî bir hüviyete dönüştürülüyordu. Bu usûl, hem Anadolu'da, hem de Rumeli'de tatbik edildi. Meselâ, Hacı Bektaş'ın Sulucakarahöyük'te kurduğu tekke, burada yaşayan Hıristiyanların takdis ettiği Saint Charalambus'a ait kilise ve kültürü İslâmî bir havaya büründürüldü. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bu velî veya evliyâların neler yaptıklarını Abdurrahman Câmî'ye ait, tasavvuf kitaplarının meşhurlarından olan eseri Nefehâtü'l-Üns min Hazerâti'l-Kuds isimli eserden takip edelim: 1) Yoğu var etmek, varı yok etmek, 2) Gizli şeyleri açığa çıkarmak, açıkta olanları gizlemek, 3) Ölüyü diriltmek, diriyi öldürmek, 4) Duâyı gerçekleştirmek, 5) Gıyâben söylenenleri işitmek, 6) Gaybden ve gelecekten haber vermek, 7) Su üzerinde yürümek, mekân aşmak, 8) Aynı anda muhtelif yerlerde görünmek, 9) Hayvan, bitki veya cansız maddelerin tesbih ettiklerini duymak, 10) Havada dolaşmak, 11) Vahşi hayvanları emrine almak.

Yukarıda sayılan özelliklere uygun, tarihte ve günümüzde var sayılan velîlere örnekler veren külliyât bir hayli yaygındır. Örnek olarak; Hacı Ubeydullah Ahrar denilen şahıs Semerkant'ta otururken, aynı anda İstanbul'u fetheden Fâtih'in ordusuna yardım eder şeklindeki olay, bütün klasik kaynaklarda çok rahat bir şekilde anlatılır (İrfan Gündüz, Osmanlılar'da Devlet-Tekke Münâsebetleri, Sehâ Neşriyat, s. 43-44). Bazıları da "insanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yerlere yağardı. (Mehmed Zâhid Kotku, Ehl-i Sünnet Akaidi, Sehâ Neşriyat, s. 7).         

Bazıları da Allah ile konuşabiliyor, hatta O’nu da emri altına alıyor: “Hak Teâlâ dedi: ‘Yâ Cüneyd, ben seninim, sen benimsin. Şimdiye değin sen benim dediğimi tutardım; şimdiden sonra ben senin dediğini tutarım.” (Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliyâ, Erkam Y. s. 158). Bir başkası: “Evliyâdan bazıları vardır ki, sâdık mürîde vefâtından sonra, hayattayken olduğundan daha fazla menfaat eriştirir. İsterse o velî, kabrinde meyyit olsun. Kabrindeyken müridini yetiştirir. Müridin kabrinden onun sesini işitir. Nitekim Ebu’l-Hasan Hırkani, Beyazıd Bestami’den bu şekilde feyz almıştır. (Es-Seyyid Abdülhakim Arvasî, Râbıta-i Şerife, Büyük Doğu Y. s. 19). Bazıları işi daha da ileri götürerek; “Allah beni över, ben de onu. O bana kulluk eder, ben de O’na. Bir halde O’nu ikrar eder ve eşyadaki çokluk ve değişikliği görünce inkâr ederim.” (Muhyiddin-i Arabî, Fusûsu’l-Hikem, M.E.B. Y. s. 48)

Velî (veya şeyh) ile sohbetin usûlü: “Evvelâ mümkün ise gusl ile, olmazsa taze bir abdestle iki rekât namaz kılmak, anlayamadığı bir şey varsa, onu kendi kusuruna haml etmek, hiçbir sûrette şeyhin kavl, fiil ve ahvâline kat’iyyen itiraz etmemek, şeyhin kelâmını hakdır diye itikad etmek... Sohbet bitince çok oturmayıp hemen kalkıp izin istemek ve ellerini dizlerini öpüp geri geri gitmek...” (M. Zâhid Kotku, Tasavvufî Ahlâk, c. 1, s. 90). “Allahu Teâlâ’nın ism-i zâhirleri o kadar çok tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrı göründü, hatta nisâ (kadınlar) şeklinde, onların organları halinde ayrı ayrı zâhir oldu. Bu tâifeye o kadar bağlandım ki, nasıl bildireyim, kendimi tutamıyordum. Onların şeklindeki zuhur başka hiçbir şeyde yoktu.” (İmam-ı Rabbâni, Mektubat Tercümesi, 1. Mektup, Sönmez Neşriyat, s. 6)

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Allah adına, din adına bu anlatılanların İslâm’la bir ilgisi olmadığı halde, bu eserlerin Kur’an rehberliğinde yeniden okunması ve yeniden değerlendirilmesi gerekir.

Yukarıda görüldüğü gibi, Kur’an-ı Kerim’e göre, gerçek velî Allah’tır, Birçok âyette Allah’ın mü’minlerin velîsi ve yardımcısı olduğunu görmekteyiz (2/Bakara, 257; 3/Âl-i İmrân, 68; 7/A’râf, 155; 9/Tevbe, 116). Yine Kur’an, Allah’tan başka velî edinmeyi yasaklar “Onların Allah’ın dışında kendilerine yardım edecek velîleri yoktur.” (42/Şûrâ, 46). “Yoksa O’nun dışında birtakım velîler mi edindiler? İşte Allah, velî olan O’dur. Ölü olanları da diriltir. Her şeye güç yetiren O’dur.” (42/Şûrâ, 9) “Haberin olsun, hâlis (katıksız) olan din, yalnızca Allah’ındır. O’ndan başka velîler edinenler (şöyle derler): ‘Biz bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz.’ Hiç şüphesiz Allah kendi aralarında ihtilâf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı kâfir olan kimseyi hidâyete eriştirmez.” (39/Zümer, 3)

Kur’an, insan vasfı olarak velî konusunda da mü’minlerin birbirlerinin velîleri olduğunu belirtir. “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velîleridirler; iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Allah'a ve rasûlüne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır.” (9/Tevbe, 71) “İyi bilin ki Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar Allah'a iman etmiş ve muttakî olmuşlardır.” (10/Yûnus, 62-63) Allah’ın dostları olduğu gibi, şeytanın da dostları vardır. “Şeytanları inanmayanların evliyâsı kıldık.” (7/A’râf, 27). Takvânın özelliklerini de Kur’an, özellikle Bakara, 3-5 ve 177. âyetlerde açıklar. Bu âyetlere göre takvâ, iman ve sâlih amellerdir. İslâm’ın yaşanması ve hayata geçirilmesidir. Kur’an’ın, Rasûlün hayatıyla örnek davranışlar haline, yaşayan Kur’an haline gelmesidir. Mü’min ve müslüman olmanın yolu, velî olmanın yolu, Kur’an ve sünnete uygun yaşamaktan geçer. Kur’an, takvâ sahibi olmamızı istiyor. Hatta daha da ileri giderek, gerçek mü’minlerin, takvâ sahiplerine önderler olmasını öneriyor. Bu da yaşanan hayata yön verip İslâm’a uygun bir şekilde örneklik yapmakla mümkündür. Allah’ın dostlarının kerâmeti, ihsânı ve takvâsı; Kur’an’ı, yaşanan bir hayat haline getirmesidir. Bazılarının anladığı gibi, kâinata tasarrufta bulunma, duâlara icâbet etme, öldüklerinde geri kalanları mezardan idare etme, mezarları üzerinde kubbeler inşâ edilme şeklinde değlidir.

Kur’an, Hz. Peygamberimiz’e şöyle buyurur: “De ki: ‘Ben kendime Allah’ın dilediğinden başka ne bir yarar, ne de bir zarar verme gücüne sahibim. Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim ve bana kötülük dokunmazdı. Ben sadece iman edenler için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.” (7/A’râf, 195) Yine Kur’an’da insanların kalplerine tasarrufta bulunmak, hakka meyletmeyen kimselerin kalplerine imanı yerleştirmek ve buna benzer hususlarda peygamberlere bile yetki verilmediği (27/Neml, 80; 35/Fâtır, 22-24) halde, birtakım insanlara takvâ adına Kur’an dışı ilâhî sıfatlar vermek, İslâm’ı bilmemek veya bile bile düşmanlık etmek demektir. Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin bile sahip olduğu bütün kudret, azamet, üstünlük ve şerefin Allah'a itaat edip tamamıyla O’nun hükümlerini uygulamada olduğunu belirtir.              

Hz. Peygamber, Kur’an’dan yüzçevirir, Allah’ın kelâmını değiştirmeye kalkar ve kendi sözlerini ona ilâve edecek olursa; onun başkası üzerinde hiçbir üstünlüğe sahip olamayacağı açıklanır. “Sana gelen ilimden sonra, eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur.” (2/Bakara, 120). “De ki: ‘Onu kendi tarafımdan değiştirmek benim için imkânsızdır. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. Şayet ben Rabbime karşı gelirsem büyük bir günün azâbından korkarım.” (10/Yûnus, 15). Kur’an’da açıklanan bu tür âyetlerin hepsi, Rasûlullah’ın herhangi bir muhâlefeti, sapması veya âyetleri gizlemesinden korkulduğu için indirilmemiştir. Bu âyetlerin indirilmesinden maksat, insanlara, peygamberin Allah'a olan yakınlığının  sebebinin peygamberin -hâşâ- Allah ile bazı ortak sıfatlara sahip olması veya akrabalık -hıristiyanlıktaki oğul anlayışı gibi- bağı olmadığını göstermektir. Böylece, peygamberin özelliğinin, uyarıcı, müjdeleyici olması ve Allah’ın hükümlerine kayıtsız şartsız bağlanması olduğu açıklanmaktadır.

Velî olmak, eşyanın tabiatını tersine döndürmek sûretiyle değil; bilakis eşyanın tabiatı gereğince, sünnetullahın açığa çıkması, fıtratın gelişmesi ve Allah’ın râzı edilmesiyle mümkün olmaktadır. Allah katında yalnızca takvâ ile insanlar birbirlerinden ileride olabilmektedirler. Bu da, azâbından korunmak ve rızâsını kazanmakla mümkündür. Kim Allah'a, O’nun bildirdiği gibi inanır ve sâlih amel işlerse, işte kurtulanlar yanız bunlar olacaklardır. Peygamberlerin hepsi, Allah’ın velî kullarıdır. Onlar Allah’ı râzı etmişler, tevhidi hayatlarında uygulamışlar ve en güzel şâhitler olmuşlardır. Mü’minler de Allah’ın velî kullarıdır. Allah, iman eden ve sâlih amel işleyen kullarını velî/dost edinmektedir. Velînin büyüklüğü buraya kadardır. Müslümanlar da ayrıca, birbirinin velîsidirler. Birbirine yardım eden, bağışlayan, malından yediren, koruyan, kollayan insanlardır. Muhâcir ve esârın birbirlerini velî kabul etmeleri ve uygulamaları ile elimizdeki sağlam bilgiler, bizler için örnek teşkil etmektedir.

İslâm akaidinde, bazı dinî çevrelerde bilinen anlamda kişilere kutsallık izâfe edilerek, hatta onları insanlık vasıflarının da üzerine çıkarmak gibi hayâlî ve mitolojik tipler icat etmek anlayışına yer yoktur. Kur’an’da net bir şekilde açıklanan “evliyâ”nın diğer insanlardan farkı; beşer tabiatının üzerine çıkması, fevkalâdelikler göstermesi veya günahları bağışlaması değil; tevhidî bir inanca sahip olması, münkerden kaçınması ve ma’rûfu emretmesi, her türlü şirke, zulme, haksızlığa karşı tavır sahibi olmasıdır. (13)    

Velî/ermiş kabul edilen rûhânîler hakkında birçok menkabeler yazılmıştır. Bu kişilerin hayat öyküleri ve onlara mal edilen olağanüstülükler dikkat ve ibretle incelenmeye değer. Bu mitolojik hikâyeler, velî kabul edilenlerle ilgili inanış biçiminin eksenini oluşturmaktadır. Bu hikâyelerde insanüstü özellikler o kadar astronomiktir ki Allah'ın kitabı ve Rasûl'ün sünnetiyle aydınlanmış aklı başında hiçbir mü'min, bunların gerçekliğini kabul edemez. Çünkü evliyâlık, ermişlik denen inanış kadar, sünnetullahı (Allah'ın evrendeki değişmez kanunlarını) kökünden inkâr eden, Allah'ın kâinat üzerindeki sınırsız egemenliğini yok sayan ve O'na açıkça kafa tutan başka bir inanış biçimi hemen hemen yoktur. Herhangi bir halifenin, kendi şeyhi hakkında rivâyet edilen bu mitolojileri hiçbir zaman yalanlamamış olması, tarîkat liderleri hakkında ciddî bir ahlâk sorununun varlığını ortaya koymaktadır. Gerçekten de hemen hiçbir şeyh, kendisini mezun etmiş olan mürşidinin göklere çıkarılmasına şimdiye kadar itiraz etmemiştir.

Aslında menkabe geleneği, yabancı kaynaklıdır. Özellikle şamanlıktaki "kam" kültünün, budizmdeki "arhanı" kültünün ve hıristiyanlıktaki "azizler" kültünün etkisi altında peydahlanan velîlik/ermişlik inancına bağlı olarak bu gelenek yerleşmiş ve zamanla kurumlaşmıştır.

Tasavvuftaki Evliyâ Nasıl Bir Kişiliktir? Tasavvuftaki anlayışa göre bazı yüce ruhlu insanlar, keskin bir sezgiye, olağanüstü ve gizemli güçlere sahiptir. Bu kişilere, her dinin mistik toplulukları tarafından verilen bazı sıfatlar vardır. Evliyâ, aziz, saint, surp, ermiş gibi. Kalabalıkların çok büyük saygı ve bağlılık gösterdiği bu şahısların, çilehâne, manastır, savmia ve stupa gibi özel ve kutsal sayılan mekânlarda seyr u sülûk, mücâhede, çile, riyâzet ve yoga gibi her dine göre çeşitli adlar altında mistik egzersizler yaparak günahlarından arındığına ve bir ruh temizliğine kavuştuğuna inanılır. Bunlar artık himmet, bereket ve tasarruf sahibidirler. Allah adına, kâinat ve tabiat olaylarını yönetirler (!)

Evliyâ denilen bu insanlar hakkındaki inanışlardan bazıları şöyledir: Bunlar günahsız, yüce ve yanılmaz şahsiyetlerdir; kutsal birer kişiliğe sahiptirler. Gizliyi ve özellikle gönüllerden geçenleri bilirler. Duâları makbuldür; ne dilerlerse Allah o dileği yerine getirir. Aynı anda birkaç yerde bulunabilirler. En uzak mesâfeleri en kısa bir zamanda katederler. İslâm ordularının (veya bugünkü ordunun) ön saflarında düşmana karşı çarpışır ve zafer sağlarlar... Bu inanç çerçevesinde şartlandırılmış duygusal insanlar, evliyâ diye niteledikleri kişilerin, böylesine olağanüstü güçlerine kendilerini inandırmış, onların hayalleri zorlayan mitolojik hikâyelerini kaleme almışlardır. Tarih boyunca bu konuda "menâkıbnâme" adı altında yazılan kerâmet hikâyeleri, ciltler dolusu birikim oluşturmuştur. (Bunların bazıları, filmlere konu olmuş, "İhlâs"lı müridlerce menkabeler senaryolaşmıştır.)

Her zâtın velîlik derecesi, ona mal edilen menkabelerle ölçülmeye başlanmıştır. Mürîd, üstünlük, olağanüstülük, yücelik ve kerâmet olarak mürşidi için tasavvur edebileceği her meziyet ve olayın, eylemsel biçimde yaşanmış ve gerçekleşmiş olduğundan asla kuşkulanmaz. Ondan sonra da bunları, hayâlinin enginliği ve dilinin zenginliği oranında anlatmaya ve yaymaya başlar. İşte menkabeler böyle oluşmuştur.

Hayatta olduğu sürece "Efendi Hazretleri", "Efendi Baba", "Efendi" unvânı verilen bu zatların her konuştuğunda hikmetler aranır, her sözü sayfalar dolusu yorumlara konu olur, attığı her adımdan, yaptığı her hareketten, göz atmasından, nazar etmesinden, gülümsemesinden, ya da hapşırmasından bile türlü anlamlar çıkarılır. Meselâ, bir kaza mı oldu, "Efendi Hazretleri bunu işaret buyurmuştu", yağmur mu yağdı, "Efendi Hazretleri biraz önce duâ etmişti", çevrelerinde sevilmeyen birinin başına bir belâ mı geldi, "Efendi onu çarptı" vs. Öldükten sonra üzerine saltanatlı bir türbe inşâ edilir; mezarının üzerine süslü bir sanduka kurulur; adı, hayat tarzı, sözleri ve ona ait hemen her şey kurumlaşır ve kutsallaşır.

Halbuki İslâm'da böyle bir evliyâ telâkkisi yoktur ve olamaz. Nitekim ilk zâhidler olarak bilinen Hasan el-Basrî, Süfyan es-Sevrî, Abdullah bin el-Mübârek, Fudayl bin İyad, Şakıyk-ı Belhî, Ma'rûf el-Kerhî, Ebû Süleyman ed-Dârânî, Bişr el-Hafî, Seriyy es-Sakatî, Hâris el-Muhâsibî ve Sehl bin Abdullah et-Tüsterî gibi şahsiyetlere, yaşadıkları çağda böyle bir kişilik mal edilmemiştir. Velî kavramı, müslümanların ilk üç kuşağı tarafından tamamen Kur'an'ın tanımladığı şekilde benimsenmiştir.    

Bazılarının tebliğ adına gündeme getirdikleri dinin merkezini şekiller ve hayâller cümbüşü süsler. Din onlar için âyindir, tesbihtir, sarıktır, takkedir, cübbedir, kavuktur, sakaldır, çarşaftır, türbedir, tekkedir, mezar taşlarıdır, kıssa ve menkabelerdir. Bulutlar üstünde uçuşan pembe kanatlı evliyâlardır. Halk açısından da din, yine şekilcilik ve teferruatın merkezde olduğu bir anlayış ve yaşayıştır. Halka göre de İslâm, büyük kubbeli dev câmilerdir, kandildir, mevlittir, ilâhîdir, ezgidir, mehter marşıdır, fetih kutlama törenleridir, festir, kılıçtır, tuğradır, bid’attır, hurâfedir... İslâm’ın, esas olarak Kur’an ve Sünnet’ten ibaret olduğu, dolayısıyla bu iki kaynağın, hayata geçirilmesiyle ancak İslâm’dan söz edilebileceği, hemen hiç kimsenin ilgisini çekmemektedir. Onun için eğer kutsallaştırılmış eşya ve kavramlar hakkında en ufak bir olumsuz düşünceniz varsa dindar kabul edilen toplumun ölçülerine göre belki müslüman bile sayılmazsınız, en azından sapıksınız.

Bilindiği gibi, İslâm’ın temeli imandır ve imanın da ağırlık merkezi Allah Teâlâ’ya Kur’an’da bize kendini tanıttığı sıfatlarıyla inanmaktır. Bu inancın özü ise, kâinatın yaratıcısı, yöneticisi, yönlendiricisi ve düzenleyicisi olarak Yüce Allah’ın bir, eşsiz, benzersiz, ortaksız, vekilsiz, başlangıçsız, sonsuz ve ölümsüz olduğu; ezelden ebede her şeyi bildiği, gördüğü, duyduğu ve her şeye egemen olduğudur. Tevhîdin en kısa özeti budur ve bununla birlikte Allah Teâlâ’nın sonsuz ve sınırsız egemenliği üzerinde hiçbir kimsenin ve herhangi bir gücün hiçbir halde asla etkili olamayacağıdır. Dolayısıyla, yaratığın sebep olduğu herhangi bir etki, yalnızca Allah tarafından yönetilen kâinat düzeninin, birbirine bağlı disiplinleri ve kuralları çerçevesinde ancak meydana gelebilir. Gerçek bu iken, tarihin akışı içinde ve çeşitli etkenler altında zamanla “ermişlik” diye bir inanç peydahlanmış, böylece “evliyâ” diye -sözde- üstün güçlere sahip bazı kimselerin, Allah adına kâinat olaylarına yön verebileceklerine inanılmaya başlanmıştır. Bütün bu anlayışlar, Kur’an ve sahih sünnet çerçevesi içinde sorgulanmalı, inançlardan şirk kalıntıları temizlenmeli, velî kavramı da, diğer İslâmî kavramlar gibi, Kur’an’la sağlaması yapılarak i’tidal içinde yeniden değerlendirilmelidir. Müslümanım diyenlerin kendilerini, inanç ve amelleriyle elden geçirmesi, sağlam teraziyle tartması gerekmektedir. (14)

 Bilindiği gibi, “Velî” Allah’ın isimlerinden biridir. Allah kendisinin velî olduğunu söylemektedir; yani koruyucu, kollayıcı, dost, yardımcı, yakın, sahip, efendi mânâsında. Veliyyullah olarak kullanıldığında ise Allah’ın dinini koruyucu, O’nun dininin yardımcısı, O’nun dostu, O’nu sahip ve efendi edinen, yani özetle Allah’ı râzı eden kimse demektir. Bu durumdaki kimseyi Allah yakın edinmekte, O’nu sevmekte, O’ndan râzı olmaktadır. Kullarının arasında Allah'a yakınlığı ile mümtâz bir mevkii bulunmaktadır veliyyullahın. Bu seçkinlik, o kişinin Kur’an’ı ahlâk edişinin doğal bir sonucu olarak güzel ahlâkı sebebiyle insanlar tarafından sevilmek, beğenilmek, imrenilmek halidir. Allah’ın ona yardımı, sünnetullahı, eşyanın tabiatını tersine döndürmek sûretiyle değil; bilakis eşyanın tabiatı gereğince onun işlerinin kolay olmasının, başarıya ulaşmasının gerçekleşmesidir.

Bir müslümanın, diğer müslümanların velîsi olduğuna gelince, mesele hiç de halkın anladığı gibi değildir. Zira, âyetlerde geçen “velî” kelimesi, birbirinin yardımcısı, birbirine hak yolunda yardım eden, malından yediren, birbirini bağışlayan, bir vücudun parçaları arasındaki uyum gibi uyum içinde ve aynı vücudun sağlığını korumaya yönelik bir birliktelik kastedilmektedir. Muhâcir ve Ensâr’ın Hz. Peygamber’i velî olarak kabullenmeleri, birbirlerinin velîsi olduklarıyla ilgili uygulamalar, karşılıklı tavırları, sözleri ve Peygamber’in de onları velî/dost edinmesiyle ilgili bilgiler, bu velîliğin boyutlarını gösterir. Bu gerçek velîlerin hiç biri gaybı bilmediği gibi, hiç birinin gezdiği yerlere bereket yağdırdıklarına, kızgınlık duyduklarının ölümünü isteyip öldürdüklerine, onları çarptıklarına veya taş yaptıklarına, denizin üzerinde yürüdüklerine, kuru ağacı yeşerttiklerine ve benzeri kerâmetlerine rastlamamaktayız. O kadar rastlamamaktayız ki, Hz. Hamza, Uhud Harbinde kendisini öldürmek için fırsat kollayan ve en çok on-onbeş adım ötesinde bulunan eli mızraklı Vahşi’nin varlığından habersizdir. Hz. Ömer, iki adım gerisinde, safta namaza durarak kendisini öldürmek için hazırlanan ve hançerleyerek bunu gerçekleştiren Firuz isimli Ebû Lü’lü künyeli Zerdüştî kölenin niyetinden (kalbinden geçenden) habersizdi. Hz. Ali, kendisini öldürmek için aylardır plan kuran ve anlaştığı arkadaşlarıyla kararlarının bir parçası olarak kendisini öldürmek için namaz kıldığı câmide bulunan ve onu hançerleyerek emelinin gerçekleşmesini sağlayan Abdurrahman İbn Mülcem’in yanına kadar sokulan varlığından habersiz idi.

Rasûlullah (s.a.s.)’ın kendilerine İslâm’ı öğretmeleri için gönderilmesini istedikleri tebliğcileri tuzak kurarak yolda öldürenlerin niyetlerinden habersiz olduğu tarihî bir vâkıa olarak karşımızda durmaktadır. Peygamber’in ve Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) gibi özellikle ileri gelen sahâbenin, Muhâcirlerin ve Ensârın, âyetlerle sâbit bulunduğu üzere yaptıkları amellerden ötürü Allah’ın dostluğunu kazandıklarını biliyoruz. Velâyetlerinden emin olduğumuz bu insanların hiç birinin uçtuğu, su üzerinde yürüdüğü, gaybı bildiği ile ilgili sahih mâlûmâta sahip değiliz. Müslümanlık lâfla değil; iman ve yaşayışla isbat edilir. Nasıl ki Rasûlullah, amelleriyle, örnek yaşayışıyla (33/Ahzâb, 21) İslâm’ı bize öğretmiştur. Rasûlullah’ın Uhud’da dişi kırılır, bu velîlere bir şey olmaz; Rasûlullah gaybı bilmez, bu velîler bilir. Rasûlullah ölüleri (meselâ amcası Hz. Hamza’yı, oğlu İbrahim’i) diriltemez, bu velîler diriltir. Rasûlullah kılıçla, kalkanla savaşır, bu velîler üfürükleriyle savaşır... (15)

“O’nun berisinden çağırdıklarınız kendilerine yardım edemezler ki size yardım etsinler.” (7/A’râf, 197) “Belki kendilerine yardımları dokunur diye Allah’ın berisinden ilâhlar/tanrılar edindiler. Ama onların yardıma güçleri yetmez. Oysa ki kendileri onlar için hazır askerdirler.” (36/Yâsin, 74-75) “De ki, Allah’ın berisinden çağırdıklarınıza bakın bakalım. Gösterin bana, yeryüzünde yaratmış oldukları ne vardır? Yoksa onların göklerde bir ortaklığı mı bulunuyor? Eğer doğru iseniz, bu konuda bana, bundan önce gelmiş bir Kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım. Allah’ın yakınından kendisine kıyâmete kadar cevap veremeyecek olanı yardıma çağırandan daha sapık kim olabilir? Oysa ki bunlar onların çağrısından habersizdirler.” (46/Ahkaf, 4-5) “Şunu bilin ki, göklerde kim varsa ve yerde kim varsa hepsi Allah’ındır. Allah’ın dûnundan/yakınından birtakım ortaklar çağıranlar neyin peşindedirler? Bunların peşine takıldığı belli bir kuruntudan başka bir şey değildir. Onlarınkisi sadece saçmalamadır.” (10/Yûnus, 66)  

Bu âyetlerde geçen “dûne” kelimesine, çoğu mealde “başka, gayrı” anlamı verilmektedir. Bu mânâ, “dûne” kelimesinin anlamlarından biridir. Ama bu kelimenin asıl anlamı, “fevka”nın zıddı, yani en üst mertebeden beri, ondan aşağıca demektir. Bir şey, öbüründen biraz aşağıda olunca, bunu ifade için “dûne” kelimesi kullanılır. Buna göre, âyetlerde geçen “min dûnilâllâh”,  yani “Allah’ın dûnundan” ifadesi, Allah’ın en yakınından, yani berisinden demek olur. Zaten Allah’tan başka velîlere tutananlar, hep onların Allah'a çok yakın olduğuna inanmışlardır.

Tasavvufî anlamda velî olmak için aranan şartların başında kerâmet gelmektedir. Hemen bütün tasavvuf kitaplarında velîliğin alâmetlerinden sayılan kerâmet, yani velîlerin izhar edebileceği birtakım hârikulâde olaylar dolayısıyla velîliğin, peygamberliğe benzer bir statü kazandığı dikkat çeker. Mevcut olan bu paralellik, daha 9. yüzyılda, peygamberlerin sonuncusu olması sebebiyle Hz. Muhammed (s.a.s.) için kullanılan “Hâtemu’l-Enbiyâ” terimine benzer bir “Hâtemu’l-Evliyâ” (Velîlerin mührü/sonuncusu) kavramının doğmasına sebep olmuştur.

Burada, bir de velîler arasındaki mertebeler silsilesinden bahsetmek gerekir. Velâyet kavramı, 9. yüzyılda kendi içinde bir mertebelenmeye tâbi tutulmuştur. Şüphesiz velî telâkkisindeki gelişmelerden kaynaklanan bu duruma göre velîler, bir piramid şeklinde muhtelif derecelere ayrılmışlardı. Bu piramidde en alt tabakadan başlayarak sayıları gittikçe azalmak üzere sırayla Recebiyyûn, Müfredûn, Asâib, Nukabâ, Nücebâ, Abdal, Efrâd, Evtâd, İmâmân yer alır ve tepede ise, hepsinin başı olan Kutb bulunur. Dolayısıyla Kutb, bir devirde yeryüzünde mevcut bütün velîlerin en büyüğü olup kâinat, onun otoritesi altında, zikredilen tabakaları oluşturan velîler tarafından yönetilir. Velî kavramındaki, Kur’an’daki anlamdan sapma ve gelişme, sonraki bazı mistik etkilerin, meselâ Yeni Eflâtunculuk’un ve Gnostisizm’in rolüne dikkat çekmek gerekir. Aynı etkilere mâruz kalan hıristiyan mistisizmindeki “saint (aziz)” telâkkisiyle, tasavvuftaki “velî” telâkkisi arasında benzer noktalar hayli fazladır. Meselâ, hıristiyan mistisizminde “saint”, “Allah adamı” ve “Allah dostu”dur. Genel mânâda da, bütün dürüst hıristiyanlar Allah dostudur. Fakat özel anlamda asıl Allah dostu olan, saint/aziz, yani bütün dünyevî zevk ve bağlardan kurtularak birtakım riyâzet ve mücâhede usûlleriyle kendini Allah'a adayan, Ona ulaşabilen hıristiyandır. Hıristiyan mistisizmindeki bu telâkki, tasavvuftaki “velâyet-i âmme” (bütün müslümanların genel mânâda velî olduğu) ve “velâyet-i hâssa”  (dar mânâsıyla tasavvuftaki velî) telâkkisini andırmaktadır. Ayrıca, tasavvufta olduğu gibi “saint” (aziz)in kerâmet (miracle) kavramıyla sıkı ilişkisi de dikkat çeker.

Velî telâkkisindeki bu farklı statünün, ilk zamanlarda İslâm ulemâsı muhitlerinde ve onlara bağlı halk çevrelerinde birden bire kabul görmeyip tepki ile karşılandığını biliyoruz. Özellikle sûfî çevrelerin bütün gayretlerine rağmen, peygamberlik ile velîlik arasındaki paralel noktalar şiddetle reddedilmiştir. Aynı şekilde mu’tezile mezhebi, birtakım üstün vasıflarla techiz edilmiş böyle bir insan telâkkisini, dinin esasına aykırı olduğu düşüncesiyle asla benimsememiştir. Fakat zamanla bu tepkilerin mutasavvıflar tarafından değerlendirilip hesaba katılması sonucu, uyuşma için gösterilen gayretler boşa çıkmadı. İlk tepkilerin giderek şiddetini kaybettiği ve hatta sünnîliğin, velîlik telâkkisini sadece benimsemekle kalmayıp savunduğu bile görüldü. Hiç şüphesiz bu değişmede İmam Gazzâlî (öl. 1111)’nin unutulmaz çabasının büyük rolü olmuştur. Artık günümüzde, halkın büyük çoğunluğu, tasavvufî anlamdaki velî telâkkisini kabul etmeyenleri, eksik (sapık) müslüman sayar; bazı çevrelerde ise bunlar müslüman bile kabul olunmaz.

Türklerin İslâmiyet’e girişinden sonra tasavvufun velî telâkkisi, Türk mutasavvıflarınca da aynen benimsenerek devam ettirilmiştir. Velînin peygambere denk tutulduğu ve onun gibi, söylediği her sözün mutlak kabul gördüğü sözkonusu olmuştur. (16)

Bu yazımızda yaşadığımız toplumu ülkeyi ve insanımızı biraz tahlil etmeye gayret edeceğiz. Adalet kavramını hangi çarpıklıklara kurban ettik. Bizlere hangi zulümleri hak diye yutturdular. Bugün bizler artık neleri hangi çarpıklıkları hak diye savunur olduk. Konuya şöyle başlasak yanlış olmaz diye düşünüyorum birazda güncel bir mesele olması hasebiyle. Kısa adı eyt emeklilikte yaşa takılanlar deniliyor. İsmi bile ne melen bir durum olduğunu anlatması bakımından manidar. Eyt hal olunca insanımız cennet kazanmış gibi sevindi. Oysa bu zaten kendi haklarıydı sevinecek bir durum yok. Şöyle düşünün malınıza birileri gelip el koydu ve siz geri almak için mücadele ettiniz ve aldınız burada yapacağınız sevinmek kutlama yapmak yerine sizden malınızı alanın haksız olduğunu kanıtlamış ve geri almışsınız hepsi bu. Gelelim emeklilik konusuna güncel olarak emeklilik yaşı 60- 65 olarak görünüyor. 20 yasında çalışmaya başlasanız 45 yıl çalışacaksınız emekli olmak ve maaş almak için. Tabi bu kadar yaşarsanız bunu hak etmiş olursunuz. Diyeceksiniz ki sağlık var hastane var sadece emeklilik değil. Bu ülkede zaten 65 yaşına gelen her insan yaşlılık maaşı bağlanıyor, bunlara sağlıkta ücretsiz oluyor. Neden 45 yıl pirim ödediniz diye sorsak var mı bir cevap kanaatimce yok.

Konuyu birde şöyle düşünün çalıştığınız ve bu kadar pirim ödediniz, kaç defa hastaneye gittiniz, sağlık sisteminden yararlanmak için. Tabi hastaneye randevu alabilirseniz gidersiniz ki buda bir mükâfat olmuş durumda. Hatta gitseniz bile birçok yolla para ödüyorsunuz katkı payları sigortanın karşılamadığı ilaçlar. Hani ücretsizdi! Demek ki değilmiş hatta oka dar pirime karşılık hastaneye gitmeniz 10-20 defayı bulmamıştır. Neden ödediniz ve neyi güvence altına aldınız oturun düşünün derim. Maaş almayı diyorsanız onu da 65 de bağlayacak sistem alacağınız maaş sizi geçindirecek asgari düzeyin çok altında o zaman neden ödüyorsunuz kimlere gidiyor bu paranız. Birde bu ödediğiniz paraları kendiniz toplasanız bir yatırım yapsanız en basiti bir daire alsanız onu yaşlandığınızda kiraya verseniz daha yüksek gelir elde etmez misiniz? İhtiyacınız oldu mülkiyeti sizin satıp parasını keyifle harcasanız daha karlı olmaz mı? Siz öldükten sonra arkanızda bıraktıklarınız bundan istifade eder size dua eder. Ama maaşınız siz ölünce sizinle ölüyor arkanızda kalanlara verilmiyor doğrumu. Bu nasıl bir ticaret mantığı akılla izah edilir gibi değil. Bu çarpıklığı bugün insanımız öyle bir savunur olmuş ki ibadet gibi görüyor hatta Allah’tan daha çok bunlara güveniyor ve bunlara kulluk ediyor.

Gelin çevremizi biraz inceleyelim bakalım bu kapitalist düzen bizi nasıl sömürüyor. Yaşadığınız şehirlerde özellikle büyük şehirlerde her şey paraya bağlanmış ben buna haraca bağlanan toplum diyorum. Hastaneye gidin arabanızı park etmek için para ödüyorsunuz oysa o hastanenin binası da otoparkı da sizin verginizle yapıldı. Yetmedi vergi birde sizin paranızla yapılana para ödeyerek kullanın deniliyor. Sokaklara bakın resmi belediye değnekçileri diğer adıyla resmi haraççılar. Sokakları çevirmiş elinde terminal yarım saat şu kadar bir saat bu kadar topluyor. Hiç itiraz eden isyan eden bir toplum yok çevremizde. Avm lere gidin alış veriş için yapılmış para harcamaya gidiyorsunuz yetmez birde arabanızı valeye vereceksiniz çünkü paranız çok verecek yer lazım onlarda size iyilik yapıyor ve alıyor.

Devletin hangi kurumuna giderseniz gidin yapacağınız her işlem için bir tarife karşılayacak sizi. Örneğin adliye binaları ve devletin vatandaşı için maaşını verdiği hâkim savcı vb. size hakkınızı aramanız için önce bir bedel ödeyin hakkınıza sonra bakarız. Bir boşanma işlemi yapacaksınız bunun için önce dava açın bir bedel ödeyin ki sizi boşayalım çünkü sizde para çok önce verin burası bir ticaret hane bedelsiz hiçbir işlem olmaz. Oysa boşanmak isteyen vatandaş zaten boşanmış tek resmiyetteki bağı ortadan kaldırmak onu da internet üzerinden bir başvuruyla sonuçlandırabilir bu kadar basit ama olmaz para ödemeniz lazım. Ben hiç ücreti karşılığında adalet verildiğini duymadım varsa da bu ticaret olur en iyi ücreti veren her zaman haklı olur. Olması da en doğal hakkıdır. Siz hiç İslam tarihinde ücretli kadılık veya hakkını arayan mazlumun bunun için şu kadar harç yatır öyle gel denildiğini duydunuz mu? Adalet bile tarifeye tabi bir toplum nasıl adalet bulur onu da oturun düşünün.

Devlet istihdam diyor girişimci diyor gidin ufak bir dükkân açın esnaflık yapın bakın neler çıkacak karşınıza. Önce vergi dairesi sonra belediye ruhsat meselesi, esnaf sicil kaydı, yetmez esnaf odası kaydı ve aidatları. Bunlar birde yasayla düzenleniyor zorunlu bunun bağ kuru vesaire hiç konuşmayalım. Nereye dönseniz sizi esir alan bir sömürü düzeni. Hele esnaf odaları akıllara zarar bir durum o kadar aidat topluyorlar ne yaptıkları belli değil o aidatı ödeyen ne için ödediğini bile bilmiyor resmen haraç kesiliyor. Çok ilginçtir hiç kimse buna itiraz bile etmiyor işte Allah’ın adalet temsilcisi Müslüman bile bunları kanıksamış durumda.

Kalkın nüfus müdürlüğüne gidin devletin zorunlu tuttuğu kimlik kartı bile parayla vatandaşa satılıyor. Pasaport, ehliyet, hadi bunlar lüks diyelim yeni doğan çocuk için kimlik bile parayla satılıyor. Bir tapu dairesine gidin evinizi veya arazinizi çocuğunuza bedelsiz devredin bakın bakalım ne çıkıyor karşınıza. Alım satım hadi anlaşılır bir durum ticaret var vergilendirilmeli diyelim bedelsiz devir bile parasız yapılmaz. Bir araba alıyorsunuz bir tanede devlete alıyorsunuz haraçsız olmaz. Yetti mi yetmez arabayı alın her yıl vergisini ödeyin yetmez benzin alın ondanda litrede %80 devlete verin yetmez yolu kullanıyorsunuz onunda parasını ödeyin. Bu nasıl bir sömürü sistemi oturun düşünün.

Arsanız var kendi evinizi yapacaksınız diyelim öyle olmaz önce belediyeye gidin izin alın buraya kadar normal. Siz misiniz ev yapmak isteyen önce arsanızın hepsine yapamazsınız yarısını bize bırakın diyor imarda, neden deseniz yeşil alan için yarısını gasp etti. Tek kuruş para vermeden, yetmez yapım izni için şu kadar para ödeyin makbuzu getirin diyor. Ev yapmak istediniz hem arsanızın yarısından oldunuz hem de para ödemek zorunda kaldınız oysa size belediye destek olmalı değil miydi? O benim vatandaşım ev yapıyor size destek için bunları bunları yapıyorum başka bir ihtiyacınız var mı demesi gerekmez miydi? Yetmedi evi bütün bu zorluklara rağmen yaptınız olmaz gelin size iskân verelim yoksa burayı ev saymayız elektrik su vermeyiz. Bunu da şu kadar bedeli var onu da ödeyin gelin verelim. Ondan sonra haraç devam yıllık emlak vergisi çevre temizlik vergisi say say bitmez. Bütün bunlar için bu vatandaş nerden kazanıyor bu paraları her halde 3-5 kişi çalışıyor diyeceğim oda değil. Bir arkadaşım anlattı evim var çatısını yükselteceğim yanlarda payım yok su giderleri çatının içinde kanalizasyona bağlı aslında yasak ben bunu düzelteyim çatıyı yükseltip gider oluşturayım istedim diyor. Belediyeye söyledim gelip baktılar bunu yapman için 100bin lira ödemen lazım dediler yav niye ne parası siz mi yapacaksınız çatıyı dedim yok izin için dosya açacağız bu kadar tutar dediler. Buyurun bunu bilen biri izah etsin bu haraç değil nedir.

Bu ülkede öyle bir sömürü düzeni kurulmuş ki insanımız oturup düşünecek zaman bulamıyor. Zaten amaçta bu düşünmeyin çalışın ödeyin eğer düşünürseniz bu düzeni kabul etmezsiniz isyan edersiniz diyorlar. Zaten düşünmenin kötü bir şey olduğunu insanımıza çoktan yutturmuşlar. Çünkü akıl hastanesinin bahçesine düşünen adam heykeli dikmişler. Neden mi çünkü düşünmek kötüdür sakın düşünmeyin düşünenler buraya geliyor diyorlar. Haklılarda bu kadar sömürüyü zulmü düşünen insan ya isyan eder yâda elinden bir şey gelmediği için aklından olur. Yukarda çeşitlerini saymakla bitiremediğimiz sömürü çeşitlerine siz istediğiniz kadar ekleme yapın. Konu anlaşılmıştır diyerek burada bırakalım.

Gariplik şurada bunlar insanımıza birer hak olarak veriliyor ve insanımız bunları elde edinilmiş hak olarak görüyor. Yetmiyor birde savunuculuğunu yapıyor celladına âşık mahkûm hesabı. Diyeceksiniz ki bu biz Müslümanları ilgilendirmez neden bunları yazdın. Şöyle izah edeyim ilgilendirir hem de belki de hesabı verilemeyecek kadar önemli vebal var. Artık Müslümanım diyen insanımızda bunları kanıksadı bunların sömürü çarklarına girdi buradan kendini kurtaramıyor. Allah’a kul olması gerekirken bu düzenin istemese de kulu haline geliyor. Çevrenize bakın bunları göreceksiniz selam verene karşılık verirken düşünüyor bana selem verdi acaba ne isteyecek diye düşünür oldu insanımız. Gelen telefonda tanıdığı biriyse acaba neden arıyor bir şey mi isteyecek diye korkarak açıyor telefonu. Oysa Müslümana yakışan davranış şu olması gerekirdi inşallah beni rabbime yaklaştıracak bir amel yapmam için vesile olur diyerek yaklaşmalıydı. Yukarda yazdığımız sistem bir insan modeli oluşturuyor. Bu model artık Müslümanım diyen insanımızı bile kendine benzetti. Hocalarımız cemaat kuruyor oysa cemaat hoca tarafından kurulmaz var olan cemaat içinde öne geçen bir fert birey seçer kimse öne geçmek ve bu mesuliyetin altına girmek istemez. Bizim anlattığımız modelde tersi işler bir birey çıkar bir cemaat kurar doğal olarak lideri de kendisi olur. Tıpkı bu düzende bir siyasi parti kurmak onun lideri olmak gibi. Bizim tarihimizde toplumun veya toplulukların önünde durmak yönetici olmak hep istenilmeyen bir unvan olmuştur Raşit halifeler buna örnektir. Geldiğimiz noktada iş tersten işler olmuş nedeni işte bu sömürü düzeni kendi Müslüman modelini oluşturuyor. Tehlikeye dikkat bu sistem kendi toplum modelini oluşturuyor buna Müslümanlar da dâhil oluyor. Oysa Müslümanın toplum modeli var ve buna davet etmesi gerekiyor toplumu. Kurtuluşa çağırması gereken Müslüman kendisi davete muhtaç hale geliyor.  Kur’an okuyan Kur’an’a vakıf olan iyi bilir ki bu din dünyevileşmeyi hep yerer, diğer anlamıyla kötüler, çünkü dünyevileşme içinde olanlar hep arkasından saptıkları anlatılır. Bizim Müslümanımız dünyada rahatını artırmak için gece gündüz demeden çalışır aslında kendi helakını hazırlıyor ya farkında değil veya böyle istiyor. Yukarda yazdıklarıma Kur’an’dan bir yığın delil yazabilirdim konuyu uzatmamak adına gerek duymadım. Kur’an kendi düşüncelerimize delil arama yeri veya mecrası değil aksine teslim olunması gereken hak nizamdır.

İslam kaynaklarını incelediğinizde karşınıza şu çıkmaktadır. İnsan yaşamını temin etme ve sürdürme anlamında her şeyin insan denilen varlığın faydasına sunulmuş bir nizam. İslam dini kişiyi onurlu bir varlık olarak görür ve onun onurlu yaşamı için her yönden onun hayatını kolaylaştıran bir sistem, bir yaşam biçimi inşa eder. Batıl insan yapımı sistemler vatandaşını müşteri olarak görür ve onu sömürmek onun üzerinden menfaat elde etmek üzerine kurulur. Sömürülmek istemeyen onurlu insan olmak istiyorsak Allah’ın insanlığa sunduğu eşsiz düzeni inşa etmek zorundayız buda Müslümanlara verilmiş bir görev ve sorumluluk.

Yakın Dönem İslami Dâvet Önderleri Seminerleri: Takiyuddin En Nebhânî Hayatı ve Mücadelesi | Dr. Abdurrahim Şen I Kur'an Nesli İlim Merkezi

 

Düşünerek (tefekkür) söylenen her söz elekten geçmiş elmas taneleri gibidir. Düşünmek (tefekkür) henüz yasaklanmadı,  tefekkür etmek için hâlâ ne durursun?

Müslümanlar tefekkürü ertelediği için, batı ve bâtıl dizginleri ele aldı ve bizim yerimize düşünüyor, üretiyor, fitne ve fesat saçıyor.

Toplumu yani avamı nasıl soyarım, nasıl koyunlaştırırım, bize hizmet edecek satılmışları nasıl oluştururum diye şer kafayla düşünmüşler ve şer üretmişlerdir.

Dünya sahnesinde maalesef Müslümanlar yok, toplum her taraftan zulmün pençesinde inim inim inliyor ve çıkış yolu bulamıyor.

Müslümanlar örnek ve adil olma liyâkatini kaybetti. Yani örnek olacak, adil şahsiyet olma vasfını yitirdiler; çünkü Kur’an'ı (mehcur) terkedilmiş olarak bıraktılar.

Her bir Müslüman fert aslında örnek şahsiyettir. Kur'an üzerinden tefekkür çok önemlidir. Müteşâbih olmayan her ayet üzerinden birçok şeyler başarabilirdik. Toplumun her ferdine açık tebliğ ve güveni oluşturmak, kendi aralarında kardeşlik hukûkunu te’sis etmek ve adaletten asla taviz vermemek asıl gayemiz olmalıydı.

Toplum örnek alacak şahsiyetler arıyor, Müslümanlar ise kendini arıyor. Böyle olunca insanlık her yönde zulmün pençesinde.

Örnek olmak için İslam devletini aradık ama; ailemizi, kendimizi, komşumuzu İslam'ın ahlâkıyla ahlaklandıramadık. İslam devletini evde oluşturamadık. Sokaklar, caddeler nasıl İslam olsun? Sürekli strateji hatası yapıyoruz.

Resül (sas) mekkeyi sabırla işledi, topluma tepeden inmedi sürekli olarak İslam’ın güzel ahlâkıyla tebliğ ve terbiye etti. Emin kişiliğine müşrikler bile laf edemedi. Kalpleri fethetti, öldürmedi; çirkin sözlerle dövmedi, sertlik uygulamadı. KUR'AN mesajıyla diriltti. Daha sonra yürek fethi ile Medine İslam Devleti doğdu. Medine İslam devleti sabırla işlenen KUR'AN mesajıyla yani; Hak edilerek, Hak ederek bir muştuyla geldi.

KUR'AN bizden düşünerek, aklederek bir yol çizmemizi ister. Yeryüzünün yaratılışını düşünmek, insanın yaratılışı, birçok nimetin yaratılışı, karanın ve denizin nimetleri insana sunulması, birçok hayvanın ibretle yaratılması, örnek: arı, inek, örümcek, deve, sinek, vs. Bu hayvanlar üzerinde düşünmek bile çok güzel malzeme verir. Düşünceyi hayata taşımak yani uygulamak gerek. Müslüman hilm sahibidir.

KUR'AN bizlere akledecek, düşünecek birçok ayeti sunmuştur. Bizler ise teferruatlarda boğulduk, sanki bataklığa girmiş gibi çırpındıkça daha da battık. Üretmeyince kafire, zalime karşı güç kaybettik. Birbirimizi tekfir etmek için yarıştık ve enerjimizin bir çoğunu kaybettik. Sonra Müslümanı ara ki bulabilesin. Buradan yani çukurdan bir an önce çıkmalı ve önümüze bakmalı ve tevbe ile yeniden hayata ve inşâ’ya yönelmeli.

Tefekkür için güzel vakitler gece vakti, veya yarısı, seher vakitleri… İnsanların uykuda olduğu vakit. Biz, Müslümanlar Kur'an'ın ağır mesajını kuşanmalı, uyumuş olan bu insanlığı vahiyle uyandırmalı…

"Acaba diyorum dünyaya imtihan için geldiğimizi unuttukta! Dünyayı çok mu sevdik?" Ahiret hayatını çok mu uzak gördük? Söylemlerimiz Müslümanca da, ya eylemlerimiz?..

İnsanlık kendini arıyor, Müslümanlar ise kendinde değil, kendini arıyor. Suçu başka yerde aramak yerine, kendi suçlarımızı niye hiç görmek istemeyiz? Sistemi, toplumu, kişileri suçlamak kolay. Acaba bunların zalimleşmesine biz mi ön ayak olduk diye öz eleştiri yaptık mı?

Bir türlü bizdeki potansiyeli göremiyoruz. Yerin altındaki elmas işe yaramaz, yeryüzüne çıkarsa işe yarar. Müslüman yerin altındaki elmas gibidir. Değerini kaybetmez.

"Çık artık uyuduğun yetmedi mi! Uyumak için gelmedin! Uyandırmak için geldin ey Müslüman! Dünya ve içindekiler sana muhtaç!.."

Bu yazımızda evlilik kavramına farklı bir pencereden bakmaya gayret edeceğiz. Evlilik nedir, bizim toplumda nasıl algılanır, biraz buraları irdeleyeceğiz.  Gelin önce evli kelimesi ne anlamlara geliyor ona bakalım.

Evli: birinci anlamı bir erkek ile bir kadının nikâh akti ile bir araya gelmesi. İkinci anlamı: Evi, olan demek, yani bir veya birden çok konutu olan anlamlarına geliyor. Kelimeden de anlaşılacağı üzere farklı anlamları var. Bizim evlilik dediğimiz toplumda yaygın kullanılan, iki karşı cinsin nikâh ile aile kurmaları. İslam dini buna nikâh diyor. Biraz bu kelimenin bilinçli kullanıldığını düşünüyorum çünkü kadınlar ve erkekler ev, buna benzer mülkler elde etmek için nikâhlanıyor. Evsiz bir kadın evi olan bir erkekle nikâhlanıyor evin sahibi oluyor. Evsiz bir erkek evi olan bir kadınla nikâhlanıyor evi oluyor. Bu kavram aslında iki karşı cinsin nikâh bağıyla bir araya gelip birlikte yaşayacakları bir mekânı temsil ediyor. Bugün bizim toplumda bu da bir yozlaşma yaşıyor kendi öz anlamından kopmuş durumda. Artık ev içinde olması gereken mahremiyetler sokaklara park bahçelere taşınmış. Artık evlilikler sokaklarda parklarda yaşanıyor. Diyeceksiniz ki Müslümanları ilgilendiren bir durum yok. Nasıl olmasın bizim çocuklarımız ya bu işin içinde veya bu işin yapılanların seyircisi pozisyonunda oluyor ne yazık ki bunlar hakikatler.

Doğru soru nikâhlı mısın olması gerekiyor. Soru şöyle nikâhlı bekârlar olur mu demeyin. Toplumda kullanıldığı adıyla evli bekârlar olur mu demeyin. Aslında Allah evliliğin ne olduğunu kitabında bizlere haber veriyor. “Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O'nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır. (Rum suresi.21. ayet)”. “Kadınlarınız sizin için nesil yetiştiren tarlalarınızdır. Tarlanıza nasıl isterseniz öylece varın. Önceden iyi davranışlarla kendinizi cinsel ilişkiye hazırlayın. Yolunuzu Allah ve kitabıyla bulun ve bilin ki, O'na mutlaka kavuşacaksınız. Ey peygamber! Bu gerçekleri inananlara müjdele (Bakara 223 ayet).”

Yukarda verdiğimiz iki ayet mealinden de anlaşılacağı üzere İslam iki karşı cinsi nikâh bağıyla bir araya getiriyor adına aile diyor. Nikâhlanmada temel amaç birliktelik ve onlardan dünyaya gelecek nesiller. Bundan da önemlisi şehvi arzularını isteklerini helal yoldan tatmin etmek. Evliliğin temeli cinselliktir desek abartmış olmayız. “Evleniniz, çoğalınız; ben kıyamet gününde sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” (Abdurrezzâk, Musannef, 6/173; Kenzü’l-Ummâl, 16/276)

 İnsanın yaradılışı ve karşı iki cinsten olması Allah’ın yaratışındaki asıl amacı göstermesi bakımından önem arz ediyor. Erkek veya kadın fark etmeksizin bir araya gelmeleri nikâh ile birbirine bağlanmalarının temelinde cinsel arzu ve isteklerini helal yoldan tatmini hedefler. Yarattığı varlığı en iyi tanıyan yaradan ihtiyaçlarına da çözümler sunmuştur. Aşırılıkları sapkınlıkları ortadan kaldırıp her iki cinsinde haklarını teminat altın almıştır. Soru şu madem yaradan bunları emretmiş neden sapkınlıklar bitmiyor. İnsan dediğimiz varlık varoluşundan bu yana hep rabbinin emirlerini hiçe saymış inancını tahrif etmiş. Rabbi kullarına merhamet edip tahrif olan dinini düzeltmek için Peygamberler göndermiş yanlışları düzeltmiş. Son Peygamber de bunu yapmış ve vahyi kitabı insanlığa bırakmış. Bizim insanımız kitabı bozamamış amma içindeki kavramları alıp kendi isteklerine göre tahrif etmiş. Bunlardan biride nikâh veya evlilik kavramı olmuş. İki karşı cinsin birbirinde sükûna ermeleri gerekirken, iki karşı cinsin birbirine üstünlük sağlama alanına dönüşmüş. Asıl olan mutlu olmak huzura ermek iken senin hakkın benim hakkım savaşına dönüşmüş. Sen üstünsün ben üstünüm mücadelesine dönüşen evlilikler. Bunları yapan aileler bu mücadele aileleri yıkıyor. Arada ezilen bu mücadelenin arasında kalan çocuklar, aileler bunların mağdurları oluyor.

 Nikâh bir sözleşme Allah’ın kitabına tabi olanlara önerdiği yapmalarını emrettiği bir sözleşme. Nikâh yapan taraflar peşinen şunu kabul etmiş olurlar “ben senin istek ve arzularını(cinsel beklentilerini) bu sözleşmeyle Allah’ın helal haram sınırları içinde kabul ediyorum” demektir. Peki, nikâh yapan çiftler böyle mi düşünüyor dersiniz. Bizim toplumda evlilik bile doğru dürüst anlaşılmamış asıl mahiyetinden uzaklaşmış.

 Evlilik duygu ile yapılır manevi bir şeydir maddi bir şey değil duygular üzerine kurulu bir beraberlik. Sevgi (aşk) dediğimiz maddi bir şey değil tamamen manevi duygular bunlar olmadan evlilik olmaz. Kadınımız bu manevi duyguyu bile istismar etmiş bunu bile kendine menfaat sağlama alanına çevirmiş. Erkeklerimiz bu manevi duyguyu karşısındakini kandırmak için kullanmaktan çekinmemiş. Erkeklerimiz bu manevi alana değer biçip alıp satmaya başlamış. Anne babalar bu manevi duygu üzerinden rant devşirir olmuş. Kızlarına nikâh karşılığında bedel biçer olmuşlar. Başlık paraları, süt hakkı, altınlar ev vb. Bunu yapanlara tavsiyem Hz. Peygamberin ilk evliliğine dönüp baksınlar oda bir nikâhtı, hem de İslam dini ortada yok iken cahiliye döneminde yapılmış bir nikâh. Peki, anne ve babalarımız bunu yaptı da, kızlarımız ne yaptı, diye sorsak ne çıkıyor karşımıza. Kızlarımız ve erkeklerimiz evlilikte en temel görevleri, eşlerinin cinsel isteklerini yerine getirmek iken bakın ne olmuş. Asıl amaçlarını çoktan unutmuş mal kavgası çıkar ve menfaat mücadelesine düşmüş çoktan, asıl amaç ortadan kalkmış. Eşinin meşru isteklerini bile menfaat sahasına dönüştürmüş. Eşinin evlilikten elde ettiği en temel beklentileri (cinsel beklentileri) bile artık pazarlık konusu olmuş menfaat elde etme alanına dönüşmüş. Evlilik yaparken bunların bu işin yani evliliğin temeli olduğunu, nikâhı bunlara koşulsuz evet demek için yapıyor isek, evlilik Allah’ın emri idiyse, karşılığını eşinizden değil Allah’tan beklemeniz gerekmez mi. Bunu ibadet bilinciyle yapıyorsak neden namaz, oruç, vb. ibadetlerin karşılığını Allah’tan bekliyoruz da bunun karşılığını eşimizden bekliyoruz. Oysa Allah onun için yapılanlara 1’e 10 vereceğini vaat ediyor (En’am suresi 160 ayet) hangi akılla ticaretimizi ucuza yapıyoruz. Peki, bunları söyleyen Müslüman olduğunu iddia ediyor, Allah’ın kitabı Resulün sünneti önümüz de hiç bunlardan bahsetmiyor demek ki yeni bir vahiy gelmiş biz bilmiyoruz.

Bütün bunlar ele alındığında toplumumuzda yeni kavramlar türemeye başlıyor. Nikâhlı diğer adıyla evli bakarlar. İnsanımız adım evli olsun gerisi teferruat diyor, çünkü evliliğin bedeli var bunu ödemek istemiyor. Çevrenizde duymuşsunuzdur evli ama müsaittim diyenleri. Nasıl oluyor hem evli hem müsait galiba işlerini bitirmiş, eh artık keyfime bakma zamanı öylemi. Kabul etsek de etmesek de toplumumuzda evli ama bekâr yaşayan yığınlar var. Bunların sebeplerini iyi analiz edip çözümler getirmek zorundayız. Allah’ın dinine tabi olanların böyle bir lüksleri olamaz ya gerçekten evlidirler veya değildirler. Nikâhı kendilerine kalkan veya keyfinin oyuncağı yapma hakkı hiç kimsede yoktur.

Evliliğin gereklerini yapmıyorsan yapman gereken boşanma hukukunu işletmek karşındakine zulüm etmemendir. Buda yine gelip ailelere dayanıyor anne babalara çocuklarımızın dünya hayatında zengin olmalarını düşündüğümüz kadar bu taraflarını da düşünsek bunlar olmayacak. Evliliğin mahiyetini kızlarımıza ve erkek çocuklarımıza öğretsek karşımızda bu manzara olmayacak. Fransa’ya İsviçre’ye gâvur diyen Müslüman kızımız boşanma hukuku olunca ben medeni hukuka bakarım hakkımı söke söke alırım diyor. Evlenirken Allah’ın emri, Peygamberin kavli, ile başlıyor boşanırken Allah ne diyor kimse bakmıyor medeni hukuk diye bitiyor. Yeni evlilik modelleri çıkıyor karşımıza kızlarımız zengin bir erkek bulup evlenmek istiyor tek kriter var zengin olması neden mi çünkü zaten birkaç yıl sonra boşanacak ondan aldığı mal onu ömür boyu yaşatacak. Anlaşmalı evlilikler, buna benzer birçok evlilik türü türemeye başladı. Yeni evliliklere çarpıcı bir örnek sokaklarda, parklarda evlilik olur mu demeyin artık evlerde aile bireyleriyle bir aradayken ayıp olan hatta mahrem olan yatak odaları sokaklara parklara kuruluyor. Bunu yapanları çevirin sorun herkesten çok Müslüman olduğunu söyleyecek. Bunu yapan bizim insanlarımız. Peki, bu helal mi aman kim takar helal haramı ben bu dünyada keyfime bakarım anlayışı. Müdahale edin yanlış deyin bir de üstüne dayak yersiniz.

Toplumda yozlaşma o kadar zıvanadan çıkmış ki kadın erkek aralarında pek fark kalmamış. Toplumda erkekler üzerinde öyle bir baskı kuruluyor ki artık erkekler bile kadınlaşmaya başlamış. Kızlarımız ben evimde erkek isterim diyor, bana sahip çıksın adam gibi erkek olsun, diyen kadınlarımız kız gibi erkek yetiştirir olmuş. Bu toplumu bir yerlere götürme projesi, lut kavminin de Allah’u âlem böyle yaparak sapkınlığa düştü. Bizim toplumda da artık lut kavmi sapkınlıkları yaygınlaşıyor. Neden mi dersiniz kadın yaradılış amacını unutunca kendi alanını terk edince yerini bu sapkınlıklar alıyor. Dokunulmaz kutsal kadın figürü temel ihtiyacını helal yoldan tatmin edemeyen insanları bu sapkınlıklara götürüyor. Bizim toplumda erkekleşen kadın kadınlaşan erkek karakterleri yaygınlaşmaya başladı.

Evlerimizde artık çok evlilikler var. Yadırgamayın aynen böyle kimi kadın telefonuyla kimi kadın tv programlarıyla kimi kadınımız evdeki eşyasıyla evli. Kimi kadınımız çok sevdiği komşusuyla veya evlendiği halde bir türlü ayrılamadığı anne babasıyla yani ailesiyle. Artık evlenecek genç arkadaşlar kuma oluyor. Çünkü zaten telefonuyla sosyal medyasıyla evli, bunun üstüne evlilik yapıyor gençlerimiz. Erkeklerimiz bundan farklımı dersiniz onlarda geri kalmaz kimi erkek telefonuyla kimi arabasıyla kimi parasıyla kimi vazgeçemediği kahvehane alışkanlığıyla kimi erkeğimiz tuttuğu takımıyla evli eşini bunlara kuma alıyor maalesef.

Bir başka garabet çay yapmayı bile ben senin hizmetçin miyim diyerek aşağılayan kadınlarımız çalıştıkları yerlerde patrona çay götürünce yanında kahvede ister misin diyor. Evinde hizmet etmeyi aşağılıyor iş yerinde övüyor. Kendisi hizmetçin miyim diye tepki verdiği hizmetçiliği kendi ev işlerine yine bir kadın hizmetçi bulu veriyor. Ee nasıl oluyor bu kötüydü hemcinsine neden layık görüyorsun diye sorsan söyleyecek pek elle tutulur sözü yok. İşte bu mantık üretiyor evli bekârları. Bunları evinde eşine yaparken çocuklar bunları örnek alarak büyüyor. Anne babadan aileden gördüklerini evlendiğinde kendisi de harfiyen uyguluyor. Tuhaflık bunları ben Müslümanım Allah’ın emir ve yasaklarına tabiyim diyen Müslümanlar yapıyor. Buraları tedavi etmedikçe ne evli bekârlar ne evli müsaitler biter. Ne Allah’ın razı olduğu evlilikler olur ne de boşanmaların sonu gelir.

Bu konu da söyleyecek çok şey var bu konuya kafa yoran psikologlar, psikiyatriler, bu alanın uzamları çok şey söylüyor. Bizim insanımız okumuyor okusa bile yapmak işine gelmiyor. Neyime lazımlık almış başını gidiyor. Kur’an’ı kendine psikolog edinemeyen onun koyduğu kuralları dinlemeyenin varacağı nokta buralar oluyor. Unutmayalım insanı yoktan var eden yaradan yarattığı varlığı en iyi tanıyandır. O yarattığı varlığın sınırlarını en iyi bilendir. Bu yüzden onların mutlu ve huzurlu bir hayat sürmeleri için bu kuralları vaz etmiş yarattığı varlığa insanlığa merhamet etmiş, ne yazık ki insan haddi aşarak onun ölçülerini kendi heva ve isteklerine göre değiştirmiş kendi hela kını sonunu hazırlamış. Çözüm yine Kur’an da ona teslim olmakta onu kendi düşüncemize delil bulma malzemesi yapmaktan vaz geçip ona teslim olmadıkça bunlar hep olacak. Okuduğunuz Kur’an da zaten bunları haber veriyor.

Birde bu konu bağlamında madalyonun öteki yüzü var. Yukarda yazdıklarımız yalnız kadın üzerinden örnekler verdik bunun birde erkek tarafı var. Bu konuları iki taraflı olarak değerlendirin çünkü bu iki taraflı bir mesele.

Birazda madalyonun öbür yüzüne bakalım, dediğimiz gibi bu çok yönlü bir sorun bunda kültürün, örfün, ailenin, inancın etki ettiği bir alan. Bunları yetişme tarzımızı belirliyor şu hadisi böyle okumamak gerekir diye düşünüyorum. “Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi yahut Hristiyan veya Mecusi yapar…” [Buhari, Tefsir, (Rum) 2; Müslim, Kader, 22]. Bu hadisi okuduğumuzda yaşadığımız toplum insanı etkiliyor ve değiştiriyor diye düşünmekte fayda var. Erkekler toplum da her yönüyle var olan taraf. Yukarda yazdıklarımız tabi ki erkeklerle ilgilide problemlerimiz var sütten çıkmış ak kaşık değil. Erkelerimiz dini inandığı değerleri bilmediği için evli bekâr kadınlar üretiyor. Çevrenizde çok duymuşsunuzdur, kadın evli eşi ayda yılda bir iki defa eve uğruyor, hiç bunun hukuku düşünülmüyor. Bu kadın neden evlendi diye bakılmıyor sanki bunların istek ve arzuları yokmuş gibi vurdumduymaz bir anlayış. Bir kadın düşünün evli çocuğu var, yetmiyor bir de çalışıyor bu kadın nasıl zaman bulsun eşinin ve kendi istek ve arzularını yerine getirsin. Buna bir başka örnek erkeğimiz evleniyor sonra yurt dışına gidiyor kadın burada kendisi yurtdışında çalışıyor zenginde, yılda bir iki geliyor eşinin yanına evliyim diye övünüyor. Bu kadının hakkı hukuku yok mu olsa da kimsenin umurunda değil çünkü onun arzu ve istekleri çoktan yok unutulmuş. Evli bekâr kadınlarımız buralardan çıkıyor. Erkeğimiz erkelik olarak isteksiz veya iktidarsız ama evleniyor bunu evlendiği kızcağızdan saklıyor. Ee nasıl evlilik diye sormak gerekmez mi bu evliliğin bu kızımıza verdiği haklarını kim verecek yâda kim savunacak. Yukarıda da yazdığımız gibi biz Allah’ın evlilik dediği kavramın içini kendi isteğimize göre değiştirdik. Konuyu fazla uzatmamak adına bu yazımızı tamamlamış olacağız amacımız bir tarafı yâda cinsiyeti kötülemek değil aksine haklarını teslim etmek bu bozulmanın çözümünün yolunu tarif etmek. Biz bunun çözümünün Allah’ın kitabında resulün sünnetinde olduğunu söylüyoruz. Çözüm yaradılış amacımıza dönmek. Şu sözü hep söylerim, Allah iki insanı iki karşı cins olarak yaratmış. Dişilik ve erkeklik doğuştan geliyor buna müdahale etme gibi bir durumumuz yok. Yalnız bu iki cins kendi özelliklerini karakterlerini sonradan alıyor. Yani kadın dişi olarak doğar ama kadınlık dediğimiz kişiliği sonradan eğiterek oluşturur. Bu erkek içinde aynı değişen bir şey yok biz nasıl yetişiyorsak ailemizi de öyle kuruyoruz. İnşallah faydalı olmuşuzdur, çözümler buralarda yatıyor. Bu yazımızı samimi bir dil kullanarak yazdık okuyan herkes kendinden bir şeyler bulmasını düşünerek yazdık. Şu gerçeği her zaman bileceğiz her tercih bir vazgeçiştir. Her vazgeçiş yeni bir kabul demektir. Örneğin: Evliliği tercih ettiysek bekârlıktan vaz geçtik demektir. Evlilikten vaz geçtiysek boşanma hukukunu kabul ettik demektir. Hayat böyle işler tercihler ve vazgeçişler üzerine kuruludur iman etme, dinden çıkmada böyledir. Cennetten vaz geçen, cehennemi tercih etmiş olur ortası yok. 

Rabbim kendini hakkıyla tanıyan ve kendisine layık bir hayat sürmeyi rızasına mazhar olarak ölmeyi tüm Müslümanlara nasip etsin.

Doğu Türkistan; acıların memleketi!

Duymadı insanlık sesimi, duyuramadım, sesimi kıstılar!

Evlere hapsettiler, kapıları zincirlediler!

Taşları bağladılar, köpekleri saldılar!

İçerde yandım, sessiz çığlıklarla!

Arş-ı âlâda duydular, yazıldı defterlere!

Hadi insanlık duymadı; sende mi duymadın "Ey Müslüman!"

Sessiz çığlığımı Allah duydu ya! Hamdolsun!

 

Arakan; ümmetin mazlum coğrafyası!

Ey Budistler! İnandığın tanrından hiç mi merhameti öğrenmedin!

Hadi öğrenmedin, Müslümandan komşulukta mı görmedin!

Yaktın, yıktın, kovdun, ebedi mi kalacaksın o topraklarda!

Kovarsın tabi ki; şeytan ordusu yanında,

Sonsuz hayatta bulacak mısın rahatlığı ha! Bulacak mısın..?

Arakan’lı Müslüman kardeşim! Sessiz çığlığını duydu Rahmân olan Allah!

 

Afganistan! Aç sırtlanların saldırdığı mazlum ülkem!

Rus zalimi barınamadı, karşısında ümmetin yiğitlerinin!

Zalimler bir bir yıkılıyorlar fakat biz bir türlü bir olamıyoruz!

Rahat bırakmazlar; Corclar girer bu topraklara!

Yağma, yıkım, talan, ölüm her yanda!

Ümmet bir olunca; yıkılacak zalim düzenler!

Yıktılar coğrafyamı; şimdi ne elim kaldı, ne de ayağım.

Hamdolsun ki sessiz çığlığımı Allah duydu!

 

Irak; yakın olan şehir niye uzakta?

Emperyalist ordu saldırdı; biz bakakaldık!

Tarumar etti zalimler; ne tarih bıraktılar, nede ülkenin zenginliğini!

Ne evin haremi kaldı, nede ahlakı!

Yukarıdan yakıcı ve misket bombayı bırakırken zalimler, ölen yine bendim!

Müslümanlar; Şia-Sünni diye bölünürken, zalimler alkışladı!

Felluce’de, Basra’da, Kerkük’de, Bağdat'da ölen hep bendim!

Fatma bacının feryadı yükselirken arşa, yine sessiz kaldı çığlıklar!

 

Suriye; kendi ülkesinin zalimi kana susamış, dış zalimler boş durur mu hiç!

Göç etti halk, yerleri şimdi viran halde!

Kuş uçmaz, kervan geçmez oldu!

Varil bombalarıyla yok edildi insanlık!

Oralar artık açlık, sefalet ve işkenceler şehri oldu!

Kimyasal gazlarla uyutuldu halk, uyanmamak üzere!

Çocuklar bir dilim ekmek bulamadı, ölüce cennette doyacak!

Sessiz çığlıkları duyan Allah'a hamdolsun!

 

Yemen; dış zalimlerden daha zalim oldu, Müslüman dediklerimiz!

Yanıbaşında ki petrol zengini ülkeler, görmedi bu sefaleti!

Emperyalist zalimlerin zalim olduğunu anladık da, bizden dediklerimiz de zalim çıktı!

Ey Müslüman dediğimiz ülkelerin yöneticileri! Açlıkla ölen insanları görmezseniz,

Mahşer günü nasıl hesap vereceksiniz!

O çocukların feryadı açlıktan çıkmadı!

Sessiz çığlıkla öldüler bilir misin!

 

Bilmem ki hangi ülkemden bahsedeyim?

Yetim kalmış çocukları mı, yoksa çocuksuz üşüyen anneler mi?

"Söyle ey mazlum coğrafyam, ne çok sessiz çığlıkların var!

Vahiysiz kalan insanlar; zalimleştikçe zalimleştiler!

Merhametin yerini menfaat, infakın yerini cimrilik alırsa; hepsini ölü say!

Zombi gibi nesil, dünyayı ve içindekilerini fesada uğrattı!

"Diril ey insanlık, vahiyle diril!"

"Gör artık, duy artık, sessiz çığlıkları!

Yaşadığımız ülkede yok olan değerler, kaybolan nesiller, yıkılan aileler ve evlenmenin nerdeyse imkânsız, evlilik dışı ilişkilerin ise katlanarak büyüdüğü bir toplum haline geliverdik. Bir Müslüman olarak topluma bakarak durun yığınlar nereye bu gidiş demeden edemiyor insan. “Fe eyne tezhebûn?” Bu gidiş nereye? (Tekvir-26.) Bu, Rabbimizin bizlere hitabı. Ey insanlık durun, bu yol ateşe çıkıyor, durun nereye bu gidiş diyor. Çevrenize dönüp bakın; çocuk yaşlarda, kızlar ve erkekler yarı çıplak insani değerlerden nasip almamış nesillerle dolu sokaklar. Kendi tercihleri, sanki başkalarını ilgilendirmez özgüveniyle çevresindeki insanların inanç, ahlak vb. haklarını yok sayıyor. Adına özgürlük deniliyor. Bakalım Rabbimiz ne diyor: “Ey mücrimler! Bugün, (Allâh’ın rızâsına, hoşnutluğuna ermiş mü’min ve müttakî kullardan) ayrılın!”(Yâsîn, 59) Mü’min ve müttakîler cennete sevk olunurken, kâfir ve fâsıklar cehenneme doğru sürüklenecek. Biz bu ayeti ölen insan için kabir başında okuyoruz sanki hitap o ölen kişiyeymiş gibi. Bu ayeti okuduğumda bugüne getirdiğimde ey Müslümanlar kendinizi ve ehlinizi bu mücrimlerden ayırın ve kendinizi kurtarın mı diyor Rabbimiz. “Ve sizden (içinizden), sadece zalim kimselere isabet etmeyen, onlara has (özel) olmayan (diğerlerine de isabet eden) fitneden sakının (takva sahibi olun). Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu biliniz.” Enfal suresinin 25. ayetini okuyunca onların yaptıkları yüzünden azabın bizlere de dokunacağından korkuyor insan. Bu ve buna benzer birçok tehdit Kur’an’da önümüze seriliyor.

Peki, neden kendini İslam’a nispet eden, ailesinde Allah’ın kitabını okuyan, namaz kılan, oruç tutan, zekât veren, helal haramları bilen insanların nesilleri bu hale geliyor? Nerde yanlış yapıyoruz yâda biz bu kitabı anlamadık mı diye sorması gerekmez mi insanımızın? Kesinlikle sormalı ve yanlışları bulup düzeltmeli. Gözlemlediğim kadarıyla bizim insanımız kendini İslam’a nispet ediyor, bu doğru. Az ya da çok dini biliyor. İçinden çıkamadığı mesele şurası ki bu inandığı değerler gerçekten mükemmel ve daha güzeli imkânsız, bununda farkında. Amma bu değerlerin toplumda bir karşılığı yok. İnanıyor ama nasıl yapacak işte orası bir muamma. Örneğin bir Müslümanın evlilik çağına geldiğinde kolayca evlenmesi, kendi ailesini kurması güzel olandır. Gelin görün ki evlenen Müslüman bile olsa iki Müslümanın evliliği bir servet demektir bugün için. Müslüman gencimiz evlenmek istediğinde gideceği kız tarafında kendisini karşılayan ilk sınav mal varlığı... (şahsen bunu kaymakamlığın yaptığı gelir testine benzetiyorum.) Kız tarafı, kızımıza şu kadar altın, bu semtte oturacak, mobilya takımı, yatak odası takımı, nişanı, kınası, düğünü, bunların ayrı ayrı kostümleri yok resim vesaire say say bitmez. İşte kız tarafı bunları isteyecek. Garibim Müslüman nasıl evlensin, nasıl bunları karşılasın? Benim anlamadığım, okuduğum Kur’an ve Hz. Peygamberin sahih sünnetinde bunların tersini söylediği halde neden bu ısrar? Bir başka garâbet; Müslüman insanımız oğlunu evlendirirken borç harç bulup bir şekilde düğününi yapıyor. Tuhaf olan şurası ki; kız tarafı her şeyi erkekten istiyor, sanki evlenen onun çocuğu değilmişte bir yetim evlendiriyor. Oğluna yaptığının onda birini kızına yapmıyor. İkisi de evlat nasıl oluyor bu? Bilen varsa anlatsın bizde öğrenelim. Ben şahsen anladığımı söylüyorum. Bizde evlilik dediğimiz kurum tamamen bir ticari ortaklık olarak yapılıyor. Yani Allah için birbirini tamamlayan bir çift değil tersine daha isteme faslında başlayan bir ticari pazarlık. Peki, bunlar evlenecek, bir ailemi olacak yoksa iki taraflı ortak mı olacak, önce buna karar vermemiz lazım. Ben bu yapılanların evlenip bir aile kurmaktan çok bir ticari ortaklık yapmak olarak görüyorum. Çevrenizde kızını evlendiren damadın imkânı olsa bile ben oğlum için şunları yaptım kızıma da aynısını yapacağım diyen bir Müslüman gördünüz mü varsa da istisnadır. Aslında tersinin istisna olması gerekmez mi?

Biz çuvaldızı kendimize iğneyi başkasına batırmalıyız. Biz, Müslümanlar toplumu değiştirmemiz gerekirken toplum bizi değiştirdi. Biz çocuklarımıza Allah’ın razı olacağı evlilikler yaptırsaydık emin olun örnek olurduk bu topluma ama işimize gelmedi. Başlık parası haram, süt hakkı haram, diyen bizler onların arkasından dolandık yeni ritüeller geliştirdik. Emin olun çevremizdeki insanlar bize baktılar, bakın bunlar Allah’ın kitabını okuyan dindar insanlar, bunlarda yapıyor demek ki yanlış değil, bizde böyle yapalım diyorlar. Biz evlilikleri şirketleştirdik. Bugün bu toplumda bunların sektörleri oluştuysa bunun vebali hepimize olacak. Bedelini de peşinen bu dünyada ödemeye başladık, tabi akledip görebilen varsa. Müslüman tesettürlü kızlarımızın elinde sigara, bazen kafelerde nargile üflerken görüyoruz. Artık okullarda lise çağlarındaki çocukların ellerinde sigaralar, alkol, uyuşturucular. Bunlar bizim çocuklarımız. Gelin neden böyle biraz inceleyelim. Bu bir toplum inşası geçmişte masum ideallerle yaptıklarımız bugün büyüyerek geliyor karşımıza. Dün, kızını evlendiren babalar, damat beyden altınlar, evler, arabalar, kızımı geçindirecek bir gelir peşinde koşanlar, Hiç düşünmediler, yarın bu kızımız bu evde borç batağında olacak, bu istediklerimiz düğünden sonra damat bey ödeyecek. Amma kızımıza ayıracak zamanı olmayacak. Borç ödemek için gece gündüz çalışacak ve evine zaman ayıramayacak. Kızımız istediği sevgiyi, ilgiyi bulamayacak ve birlikte mutlu olamayacaklar. Bunların yetiştirdiği çocuklar da bu psikolojide yetişecekler. Aileler zamanında zorluk çekmişler amma bu zorlukları çocuklarına çektirmek istemiyorlar. Dün kızının iyiliğini düşünen babalar bugün kızlarının yüzüne bakamayacak duruma geldiler. Dün kızını bu benim evladımdır, oğlum neyse kızımda odur. O, bu benim evimde, bana yeri geldi hizmet etti, yeri geldi çalışıp evimi geçindirdi, ben bunun hakkını nasıl öderim, diyemeyen babalar, bugün elden ayaktan düştüklerinde, kızlarının kapısını çalıyorlar. Çünkü gelin hanımlar bakmıyor, evlerinde istemiyorlar. Haklılar çünkü. O gelin hanımlarında babaları aynısını kendilerine yapmıştı.

Biraz etme bulma diyelim biz. Hesabımıza gelen tarafları; biraz Yahudi tüccar mantığıyla, günü kârlı kapattım mantığı bu. Kızını evlendiren baba ve anne cebinden ne kadar az masraf çıkarsa onu kendine kâr sayıyor, yarını hesaplamadan. Unutmayın sizin bir hesabınız varsa Allah’ın da bir hesabı var ve sonunda galip gelecek hesapta Allah’ın hesabı olacak ve oluyor da. Aynı anne ve baba oğlunu evlendiriyor. Düğünden sonra yapamadıklarına yanıyor, keşke şunları da yapsaydık ah vah ediyorlar. Bu insan topluluğuna, Allah’ın gazabı işte böyle geliyor ve bu gazap hem kendilerini hem de nesillerini yok ediyor. Müslümanlara tavsiyem aklıselim bir muhasebe yapar gibi ailelerini, evliliklerini bir değerlendirsinler. Karşılaşacakları manzara iki karakter olacak. Biri muhalefet lideri diğeri iktidar lideri… Onların birbirlerine karşı tavır ve söylemlerini kendi evlerinde bulacaklar. İstisnalar kaideyi bozmaz, onları takdir ediyoruz. Allah için başlanılan yolda geldiğimiz nokta nereye bu gidiş? Durun yığınlar, bu bir çıkmaz sokak.

Bütün bunları yazmışken feminist Müslümanları yazmamak olmazdı elbet. İşte size 21.yüzyıldan bir yeni tasavvur. Feminist Müslüman olur mu demeyin bal gibi oluyor. Feminist derken sadece kadınları kast etmiyoruz. Buna erkeklerde dâhil. Bir Müslüman kadın düşünün, kendisi evde yediği önünde yemediği arkasında, hesap soran yok ne varsa onun. Garibim Müslüman erkek çalışacak kazanacak hem de bu hırsızlığın, üçkâğıtçılığın zirve yaptığı toplumda. Helal rızık kazanacak, evine getirecek hanımı bununla geçinecek. Ne kadar kulağa hoş geliyor değil mi? Allah böyle olmasını söylüyor çünkü. Şimdi, ilginçliğe bakalım ki bunları erkekler yapıyor, kendi görevi olduğu için yapıyor, bundan yana şikâyet etmiyor, etse de nafile mecbur yapacak. Feminist tasavvur sıkıştığında Allah emretmiş tabi ki yapacaksın diyen insanımız, Allah’ın kendisine ne emrettiğine hiç bakmıyor. Şimdi madalyonun diğer yüzüne bakalım; Adam kazanıyor, getiriyor, kızımız bu adamın kazandığını harcıyor, bunun kazancını yiyor. Yetmiyor birde dönüp hesap soruyor. Neden bu yok, neden şu yok. Ben bunları isterim. Benim hakkım vesaire… Sen arkadaşlarına çay ısmarlıyorsun, yok şöyle masraf yapıyorsun, bende istiyorum. Oturun düşünün ne kadar akla mantığa uyar bir düşünce… Bir işyerinde çalışan personel, patronuna bunları söylese ne olur, siz düşünün. Bu bağlamda yukarıda yazdığım, bizde evlilikler aile olmak için değil tamamen ticari ortaklık üzerine kurulu dediğim, işte buralarda kendini gösteriyor. Feminizm eşitlik demek olduğuna göre erkek 5 lira kazanıyorsa kadında 5 lira kazanacak ve ortak harcayacaklar. Erkeğin kazandığından alıp feministlik yapılmaz, tersi de aynı kadının kazancından alıp feministlik yapılmaz.  

Eğer geldiğimiz noktada evlilikten çok boşanma oluyorsa, işte geçmişte yapılan yanlışların bugün bedelini ödüyoruz demektir. Bugünün yanlışlarının bedelini bizden sonraki nesiller ödeyecekler. Eğer bugün biz, Müslümanlar olarak baktığımızda, bunlar yanlış dediğimiz ne varsa onları düzeltmez isek, bedelini göze alıp yapmaz isek, bizden sonraki nesiller bunun bedelini çok daha ağır ödeyecekler. Bugün sokaklarda şikâyet ettiğimiz gençlik, yarının neslini yetiştirecek. Bizim bu kadar hassasiyetle yaptıklarımızın sonucu buysa varın birde onları düşünün.

Nereye bu gidiş demenin, yarın geç olmadan slogan atmak yerine icraat yapmanın, vakti geldi, geçiyor. Müslüman hanımlarımıza, kızlarımıza çok iş düşüyor. Çünkü toplumu doğurganlık bakımından dünyaya getiren onlar olduğu gibi yine yetiştirende onlardır. Artık Müslüman kadın feminist ideolojileri bırakıp, Rabbine dönmek ve onun öğretisine bakarak uygulamak zorunda. Artık izzeti batıl ideolojilerde değil, Allah’ın kitabında, onun Resulünün sahih sünnetinde aramak zorunda. Müslüman hanımlar şunu iyi düşünmek zorundalar: Bu batıl ideolojiler sizi sadece bu dünyada kullanmak için peşinizden koşuyor. Unutmayın, bu hakikatleri yaradan sizlere fıtrat olarak yüklemiş, size çok şerefli bir görev alanı biçmiş. Yarının liderlerini, önderlerini yetiştirmek. Bunlar okullarda, sokaklarda olmuyor, evinizde yapmanızı istiyor. Öze dönüşün zamanı çoktan geldi, geçiyor. Fıtratınıza uygun olanı yapmanız, size hem bu dünyada hem de yarın Rabbinizin huzurunda azaptan kurtaracak.  

Şöyle bir hesap yapın, feminist olarak evden çıktınız, bir işyerinde çalıştınız. Bunun karşılığı emekli oldunuz ve paranız, imkânınız oldu. Evlendiniz ve çocuğunuz oldu. Sonra siz işe çocuğunuz kreşe. Böylece çocuğunuzu siz değil bakıcılar, kreşler yetiştirdi. Siz de parasını ödediniz. Ne elde ettiniz? Bir düşünün. Eğitmek yok, bakıcılar bakıyor, kreşler yetiştiriyor. Çocuklar annesiz, babasız büyürken toplumda ifsada uğruyor. Oysa fıtri olana tabi olsaydınız, Yani Rabbinizin emrine uyarak sizler için belirlediği alanda çabalasaydınız, yaptığınız her şey ibadet olacaktı. Şöyle düşünün! Sizin nasıl biri olmanız mı önemli yoksa yetiştirdiğiniz nesil mi? Yani çocuğunuz mu önemli? Çalıştınız, zengin oldunuz, ne kazandırdı size? Bir de şöyle düşünün! Ev hanımı olabilirsiniz amma evinizde öyle çocuklar yetiştirirsiniz ki yarının liderleri, ilim adamları, âlimleri olabilir. Hangisi daha gurur verir sizlere? Birileri biz, Müslümanları aldatıyor, bize bir şeyler gösteriyor. Amma biz onların gösterdiklerine bakarken, bizden neleri aldıklarını fark edemiyoruz.

Benim şahsen şöyle bir okumam var. Başörtüsü bu sistem için kırmızı çizgi olarak bizim önümüze konuldu. Müslümanlar başörtüsü hakkını almak için çok bedel ödedi. Geldiğimiz noktada düşünün, dün kırmızı çizgi olan örtü bugün onu kırmızı çizgi görenler tarafından anayasa maddesi olarak teklif ediliyor. Müslümanlar şöyle düşünmeli. Amaç başörtüsünü yasaklamak değildi, onun temsil ettiği değerleri yasaklamaktı. Başörtüsü bir simgeydi, Müslüman kadının simgesi… Onu takan kişi için belirleyici tek otorite vardı: İnandığı din… O din kadına bir rol biçmişti. İşte bugün geçmişte bunu yasaklayan sistem, şimdi tersini yapıyorsa demek ki amaç örtü değilmiş, onun değerleriymiş. Değerler ortadan kalkınca örtü sorun olmuyormuş. Sistemin yapmak istediği kadını ulaşılır kılmakmış. Adına özgürlük diyorlar, kadın evinden çıksın rahat ulaşalım. Bugün bu mümkün oldu ve artık sistem bile başörtüsünü kanun yapın diyor. Çünkü amaç hâsıl olmuştur. Zaten amaç örtü değil onun temsil ettiği değerlerdi, oda kalmadı.

Bu yazıyı okuyunca kadın düşmanı falan olduğumu düşünebilirsiniz ama kesinlikle böyle bir düşüncem yok, bir Müslüman olarak olamazda. Ortada bir vakıa var. Bunu anlayabildiğim kadarıyla yorumlamaya çalışıyorum. Bunlar Kur’an ayetleri değil bizim okumalarımız, yorumlarımız, inşaallah faydalı olur. Ahmet kalkan hoca -Allah ona rahmet etsin- hep söylerdi: “Bugün evinize Hz. Peygamber aniden habersizce gelse yüzünüz mü kızarır yoksa göğsünüz mü kabarır? Eğer, Hz. Peygamberden yüzünüz kızaracaksa, yarın Allah’ın huzurunda ne yapacaksınız?”. Kendimize, ailemize, çevremize bakalım, Müslümanları gözlemleyelim, servet biriktiriyoruz, gece gündüz çalışıyoruz, bir şeyler biriktiriyoruz. Bu biriktirdiklerimiz, bu dünya için mi yoksa asıl yurt Ahiret için mi? Sevgilerimiz bile kapitalistçe olmuş. Sevme karşılığında bir şeyler bekler olmuşuz. Artık Allah için sevmek pek makbul sayılmıyor. En makbul sevgi karşılığını aldığımız sevgiler olmuş. Kadınımız, kocasını parası, malı ve ona sunduğu imkânlar kadar seviyor. Bunun tersi de erkek için böyle. Oysa, yaradan yarattığı kullarına bunları hiçbir karşılık beklemeden vermiş, fıtratına yüklemiş. Biz bunları bile parayla satacak hale geldik.

Kanaatimizce, bütün bunların temelinde yatan sıkıntı, insanımızın Kur’an’ı kendine yurt ve yaşam merkezi edinememiş olması. Kur’an’î hayat: kendinizi rahmanın rahmetine bırakıp, Kur’an atmosferinde bir yaşam biçimi geliştirmek. Buna Kur’an’ı yurt edinmek, Allah’ın yarattığı yerde veya yurtta onun istediği yaşam biçimini hayata geçirmek denir. İşte huzurun, mutluluğun reçetesi. Biz bundan uzaklaştıkça bozuluyoruz veya rahmetten mahrum kalıyoruz. Sorunlar, sıkıntılar sarmalında kıvranıp duruyoruz. Kendimizce çözümler buluyoruz. Bulduğumuz çözümler sadece sorunları büyütüyor.

Biz Müslümanlar, özellikle tevhidi döşünce de olan Allah’ın ve onun resulünün sahih sünnetini bilen insanlar olarak dönüp topluma ve kendimize bakmak zorundayız. Evliliklerimiz, aile hayatlarımız ne kadar Allah’ın kitabına uyuyor ve ne kadar Rasulullah’ın sünnetine benziyor? Hani biz konuşarak değil de yaparak örnek olacaktık. Kız istemelerimizin, düğünlerimizin, yaşam biçimimizin, eleştirip yerden yere vurduğumuz bu toplumdan ne farkı var, dönüp bakmak zorundayız arkadaşlar. İş buralardan başlıyor, buraları çözemeyenler Allah’ın rahmetine mazhar olma hayalleri kuruyor. Biz daha evimize, çocuklarımıza Allah ve onun resulünün öğrettiği değerleri getirememişiz, topluma hangi yüzle çıkıp söz söyleyeceğiz. Dönüp hoca bize bunları anlatıyorsun da bizden farkın ne demezler mi? Kur’an’ı yurt edinemeyen, O’nun Rasulünü anlayamaz. Kur’an’ı yurt edinemeyenler, Kur’an’î bir yaşam inşa edemezler.

Yaygın ve tabi yaygın olduğu kadar da yanlış bir kanaat var, şeyh-mürit ilişkisine dayalı tarikat yapılanmasının yalnız tasavvuf çevrelerine has olduğuna dair. İşin doğrusu ise, gerek kendisini herhangi bir din veya dini yaklaşıma, gerek seküler bir ideolojiye nispet eden toplulukların çoğunun, aslında bu anlamda bir “tarikat yapılanması” niteliği taşıdığı gerçeğidir.

Aradaki yegâne nüans, tasavvuf çevrelerinin bu işin adını koymaları ve şeyh-mürit ilişkisine dayalı tarikat yapılanmasını teoride de savunuyor olmalarıdır. İş pratiğe gelince, şeyh-mürit ilişkisini ve ona dayalı tarikat eksenli yapılanma biçimini teori düzlem ve düzeyinde eleştiren toplulukların büyük kısmı, pratikte mahza tarikat niteliğine haiz bir yaklaşım ve işleyiş üzere bulunmaktadır.

Geleneksel algıyla oluşturulmuş türbeleri bir tazim ve takdis mekânı edinen, oralarda medfun olan insanlara “ricalul gayb” tanımlamasıyla kimi “ilahi” vasıflar atfederek onları “aracı ilahlar” olarak konumlandıran toplulukları “tarikat” olarak niteleyip de, resmi/egemen türbeyi tazim ve takdis mekânı edinen, orada bağlılık ritüelleri gerçekleştiren, gönül ve zihin kıbleleri, Âlemlerin Rabbi’nin egemenlikle ilgili temel sıfatları olan rablik, ilahlık ve meliklik (talim-terbiye, yol gösterme ve emretme/hükmetme) sıfatlarının kendisinde vehmedildiği bir “başöğretmen”, “ulu önder”, “ebedi şef” figürüne yönelik olan bir başka topluluğu tarikat olarak nitelememek doğru bir yaklaşım olabilir mi mesela?

Daha önce de şeyh-mürit ilişkisi üzerine çeşitli yazılar yazdık ve “mü’min ile mürit farkı”nı izah etmeye çalıştığımız değerlendirmelerde bulunduk. Buradaki temel fark, mü’min olmanın temelinin, Yüce Allah’ın bahşettiği akıl ve iradeyi aktif tutarak, O’nun Kitab-ı Kerimiyle ve Rasulünün (a.s.) Kitab-ı Kerim’e dayalı örnekliğiyle (sünnetiyle) doğrudan muhataplık bilinci üzere olunması ile, akıl ve iradeyi başka kişi veya mercilere teslim ve tâbi kılarak “sürü psikolojisiyle” hareket etmektir.

İşin temeli, İslam’ın öngördüğü saf düzenine dayalı yatay cemaatleşme/toplumsallaşma ile, hiyerarşi esasına dayalı piramit usulü toplumsallaşma farkına dayanmaktadır.

İslam’ın bize namazla, hacla talim ettiği saf düzeni yapılanma, Allah’ın dinine fert fert muhatap olan ve dolayısıyla asli mükellefiyetlerde eşit olan mü’minlerin, ilim ehli-ilim tâlibi, yönetici-yönetilen, âmir-memur, işveren-işçi olarak saf düzeninde bir araya gelmeleri ve aralarında bir kimsenin bir adım öne çıkarak onlara imamlık/önderlik etmesi temellidir.

Piramit usulü yapılanmada ise bu temel eşitlik bozulmakta, fertler ve toplum kesimleri arasında hiyerarşi katmanları oluşmakta ve tepeden aşağı doğru mutlak itaat ilişkileri teşkil edilmektedir.

İslam’ın öngördüğü cemaatleşme/toplumsallaşma biçimini Âl-i İmran 103. ayet-i kerime bize çok veciz bir şekilde ifade etmektedir.[1] Ayet-i kerimede Rabbimiz, biz mü’minlere hep birlikte Hablullah’a sarılmamızı emretmektedir. Burada cemaatleşme/toplumsallaşma usulü net olarak bildirilmiş olmaktadır, ki az önce de belirttiğimiz gibi namaz ve hacda temsili karşılığını da bulduğu üzere Rasulullah ve güzide ashabının cemaatleşmesi bu esas üzere olmuştur.

Dikkat edilirse Rabbimiz, cemian (hep birlikte) kendi ipine (Kur’an’a) sarılmamızı bildirmektedir. Yani Rasulullah’ın da, İslam cemaatinin diğer tüm fertlerinin de mükellef olduğu temel husus, Allah’ın ipine ve hep birlikte sarılmaktır. Rasulullah ve onun dini, siyasi ve ictimai[2] önderlik misyonunu herhangi bir zaman ve mekânda üstlenen herhangi bir mü’min, bu konuda diğer mü’minlerle aynı muhataplık ve mükellefiyetle yükümlü tutulmaktadır. Kısacası, Allah’ın ipi bir kişinin elinde, diğer insanlar o kişinin elindeki ipi tutacak değildir, fert fert herkes kolektif bir bilinç ve yönelim içerisinde topluca/cemian Allah’ın ipine yönelecek, topluca (Kur’an’a) sarılınacaktır. Önderlik/imamlık mevkiinde olanların buradaki rolü, Allah’ın ipine sarılma ameliyesi konusunda insanlara öncülük etmektir, ipi elinde tutmak, insanları elindeki ipe sarılmaya çağırmak, yönlendirmek değildir.

İslam’ın Toplumu, İlim Toplumudur

İslam risaletinin oku emriyle ve ardından da, yazmanın ve öğrenmenin öneminin vurgulanmasıyla, el-Ekrem olan Rabbimizin insana en büyük ikramının/nimetinin ona kalemle yazmayı ve bilmediklerini öğretmesi olduğunun bildirilmesiyle başlamasının[3] sebebi de işte budur. Fert fert muhatap ve mükellef olunan Kitab-ı Kerim’in öğrenilmesi, her mü’minin ona nispet edilen başka iplere değil, bizatihi ona (Hablullah’a) diğer mü’minlerle birlikte kolektif bir bilinç ve yönelimle sarılmasının temin edilmesi…

İlk Kur’an neslinin, Rasulullah’a dahi körükörüne değil, tahkik temelli bir bilinçle ittiba etmiş olmasının temelinde, İslam’ın ilim temelli bir iman ve amel (ittiba) öğretisine sahip olması yatmaktadır. Rasulullah’ın Mekke’de vücuda getirdiği cemaat ve Medine’deki inşa ettiği İslam toplumu tam anlamıyla bir ilim toplumu idi.

Onlar, Rabbimizin “Hakkında ilim sahibi olmadığın şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra, 17/36) beyanını gayet iyi kavramışlar ve ona göre hareket etmekteydiler.

Kur’an’ın bu açık beyanları ve Rasulullah ile beraberindeki ilk neslin, taklit yerine tahkik ve buna dayalı ittiba eksenli toplumsallaşma örneklikleri sebebiyle, ilk dönem âlimler taklidi kesinlikle caiz görmemişler, âlimlere/fakihlere değil, onların gösterdikleri delillere (deliller ikna edici ise) ittiba edilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Delile ittiba yerine, fakihlere veya onlara nispet edilen mezheplere körükörüne tâbi olmak şeklindeki taklitçilik kültürü, saltanat idarelerinin Müslümanları bilinçten ve dinamizmden uzaklaştırmak gayesiyle dayattığı bir bid’at olmuştur.

Bu taklit kültürünün kurumsallaşmasıyla birliktedir ki, Kur’an’a ve Rasulullah’ın örnekliğine (sünnetine) ittiba bilincinin yerini, kişilere veya topluluklara sürü psikolojisiyle tâbi olma yönelimi almıştır ve bu durum asırlardır devam etmektedir.

Zaman zaman bu durumun İslam düşmanlarınca “biat kültürü” şeklinde nitelendirildiğini de görmekteyiz ki, bu da ancak “seküler tarikatların” sürü psikolojisiyle hareket eden müritlerinin koyu cehaletiyle açıklanabilecek bir durumdur. Biatla taklidin birbirlerinin tamamen zıddı iki yaklaşım ve yönelim olduğunu bilmelerini, seküler müritlerden beklemek beyhude olur. Onların tek yaptığı, kendilerine yüklenen ezberleri tekrarlamaktan ibarettir, tıpkı geleneksel müritlikte olduğu gibi.

Biat, bilinçli bir tercih ve ölçülere ittiba zemininde, iradeye dayalı ve karşılıklı yükümlülük doğuran (biat edilen merci, Rabbani ölçülere sadakatla; biat eden ise, bu şartın sürdürülmesi koşuluyla o merciye itaatla yükümlüdür) bir sözleşmeyi ifade ederken, taklit, körükörüne bir bağlılık anlamına gelmektedir.

Körükörüne bağlılığın İslami ıstılahtaki karşılığı ise, bu şekilde bağlanılan kişi veya merciyi rab edinmektir. Bu konuda Tevbe sûresi 31. ayet ve Rasulullah’ın, Adiy b. Hatem’in bu ayetle ilgili sorusu üzerine yaptığı tefsir ile Âl-i İmran sûresi 64. ayetin mesajı yeterlidir.

Dost Acı Söyler

Konuyla ilgili bu temel çerçeveyi ifade ettikten sonra başlıkta ifade ettiğimiz meseleye gelecek olursak… Maalesef Müslümanlar olarak böyle ciddi bir sorunumuz olduğunu kabullenmek zorundayız. Kendimizi beri görsek, Kur’ani ölçüler içinde bunun tamamen yanlış bir itaat ilişkisi olduğunu dillendirsek de, şeyh-mürit ilişkisi düzleminde bir tarikat yapılanma biçiminin kendisini “tevhidi” olarak niteleyen çevrelerde de yaygın/baskın olduğunu ifade etmemiz gerekir.

Dost acı söyler. Biz, hesabı mutlaka verilecek bir hayat yaşadığımıza iman eden insanlarız. Dolayısıyla, hakkı tavsiye, emr-i bil ma’ruf çerçevesinde Müslümanlar arasında gördüğümüz aksaklıkları dile getirmemiz üzerimizde bir mükellefiyettir. Tabi bunu imha değil ıslah niyet ve bilinciyle, o zeminde yapmak kaydıyla.

Öncelikle şu gerçeği kabul edeceğiz ki, “müritlik” bir zihniyet biçimidir. Tasavvuf topluluklarına has, onlarla sınırlı bir yönelim değildir, ki makalemizin başında bu hususa değinmeye çalışmıştık. Allah’ın bahşettiği akıl ve iradeyi kullanmak yerine, onları başkalarının akıl ve iradesine tâbi kılmak demektir. Burada, kişi veya toplulukların akıl ve iradelerini tâbi kıldıkları akıl ve iradenin hidâyet üzere mi dalâlet üzere mi olduğu önemli olmakla birlikte, konumuz açısından ikincil bir husustur.

Zira akıl ve iradenin tâbi kılındığı irade, kişi veya topluluk açısından merkeze yerleşmekte, hidâyet üzere veya dalâlet üzere olmak, tâbi olunan o akıl ve iradenin tercihlerine bırakılmaktadır. İstikamet ve istikamette istikrarı sağlayacak olan denetim ve ikaz mekanizması böylece ortadan kalkmakta, tâbi olunan akıl ve irade yanlışa düştüğünde, o topluluk da onunla birlikte yanlışa düşmektedir.

Biz bu coğrafyada bu durumu son yirmi yıl içinde çok acı tecrübelerle yaşadık. Birkaç kişinin, Kur’ani/Nebevi ilkeler yerine reel-politiğe dayalı “maslahat” temelli yanlış tercihleri, toplulukların tercihi haline dönüştü. Böylece, o toplulukların fertlerinin, tevhidi ilkelere ittiba ederken de aslında o birkaç kişinin iradesine tâbi olarak bu doğru zeminde bulunmakta oldukları görülmüş oldu. O birkaç kişi zeminlerini değiştirince, topluluklar da onlarla birlikte zemin değiştirmiş oldu.

Bu konu sadece ilkelerde istikamet ile de sınırlı değildir tabii ki, topluluk içindeki veya dışındaki müminlerle ilgili tutumlar, tavırlar konusunda da, akıl ve iradelerin kendisine tâbi kılındığı kişinin tercihleri belirleyici olmaya başlamakta ve böylece bir kişinin tercihleri o topluluğun tercihlerine dönüşmektedir ki, bu tercihler içinde haksız olanlar varsa, o topluluk bu haksızlığa ortaklık etmiş olmaktadır.

Yıllardır şahitlik ettiğim bir gözlemim var ki, o da genelde önde olanların kendilerine dâvâ arkadaşı yerine “mürit” aradıkları, insanların da aynı şekilde dâvâ arkadaşı yerine kendilerine tâbi olup takip edecekleri “şeyh” aradıkları yönündedir. Bu konuda gerçekten ibret verici tanıklıklarım oldu.

Siz, Kur’ani/Nebevi ilkelerde aynı çizgide olduğunuzu düşündüğünüz bir topluluğu, geleneksel bilgilerde kendisini yetiştirmiş birisiyle görüşsünler, dayanışma içinde olsunlar diye tanıştırıyorsunuz, birkaç yıl geçiyor ve bakıyorsunuz ki o topluluk, tanıştırdığınız kişiye mürit olmuş ve ulaştıkları Kur’ani/Nebevi doğrulardan geriye giderek, tevhidi netliklerini yitirmişler.

Müslümanlar arası diyalog ve birliktelik arayış ve çabalarına dahil olmuş görünüp de, kendi “güdümünde” gördüğü topluluğu bu birliktelik arayışıyla kaynaştırmaktan imtina ederek, mü’minler arasında köprü olmak yerine duvar işlevi görenler… Daha nice böyle tanıklıklar…

Bu gibi tanıklıklarımın bir hâsılası olarak zaman zaman kullandığım “Kendilerine dâvâ arkadaşı yerine mürit arayanlar, müritleştiremeyecekleri kimseleri yanlarında istemezler” şeklinde bir ifadem var. Maalesef ortalık kendisine mürit arayanlar ile şeyh arayanlardan geçilmiyor. Bu durum böyle devam ettikçe, bu “şeyh-mürit” zincirini kırıp, Hablullah’a topluca sarılma bilinciyle bir araya gelen, Allah’ın akıl ve irade sahibi kıldığı eşit kulları çerçevesinde hareket etmeye başlamadıkça da, İslami bir toplumsal ve siyasal dönüşümü gerçekleştirme imkânımız olmayacaktır.

İslam'da "hocalar ve onların tâbileri" şeklinde dikey bir örgütlenme biçimi yoktur. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, İslam toplumu bir ilim toplumudur, öyle olmak zorundadır. Sosyal ve siyasal işlerin yürütülmesi anlamında öne geçenler (umera) ve ilimde derinleşenler (râsihun) olmakla birlikte, her biri İslam'ın ilkelerini bilen ve birbirlerini bu ilkelerle denetleyen insanlardan oluşan bir toplumdu İslam toplumu.

Bu toplumu yeniden inşaya giden yol ise, bugün topluluklarımızı bu esas üzere yapılandırmaktan geçer. Dolayısıyla şu veya bu hoca/hocalar ve onların tâbileri gibi bir görüntü oluşturmak, Kur'ani/Nebevi çizgiye uygun değildir. Bu ister istemez dikey bir örgütlenme algısı ve biçimini doğurmaktadır. Saf düzenini bozmamak ve safları da sık tutmak gerekir. Oysa bugünün Müslümanları olarak ufak tefek gerekçelerle safları ayrıştırmayı ne kadar da seviyoruz.

Her Müslüman, gerektiğinde İbrahim (a.s.) misali tek başına bir ümmet olma vasıf ve sorumluluğunu taşıyabilecek nitelikte bağımsız bir şahsiyete sahip olmalıdır. İslam'ın hedeflediği cemaat ve ümmet, Allah'ın Kitabı ve Rasulünün (a.s.) örnekliğine bizzat muhatap olarak bağımsız İslami şahsiyet sahibi olma vasfını kazanmış fertlerin teşkil ettiği, hayatı ve mücadeleyi paylaşan, birlikte omuzlayan birlikteliktir.

Cemaatlerimizin, dernek ve vakıflarımızın "Hulusi abiyi seven, onu takip eden ve onun sevdiklerini sevip sevmediklerini sevmeyenler" kulübü olmaktan çıkıp, Allah ve Rasulü'nü ve Allah'ın sevdiklerini (O'nun sınırlarını gözetme cehdinde olanları) seven ve aralarında, hiyerarşik bir “takip edilen - takip eden” ilişkisi değil, hep birlikte saf düzeninde İslam'ın ölçülerini takip eden mü’minler topluluklarına dönüştürülmesi gerekiyor.

[1] “Hepiniz birden Allah'ın ipine (Allah'ın Kitabına) sımsıkı sarılın, sakın ayrılıp bölünerek parçalanmayın…” (Âl-i İmran, 3/103)

[2] Burada “dini, siyasi ve ictimai” şeklinde üç ayrı terim kullanmamız, anlatım kolaylığı içindir. Zira malumdur ki “dini” terimi, diğer iki terimi de mündemiçtir.

[3] Bkz: Alak, 96/1-5

(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Aralık 2022 sayısında yayınlanmıştır.)

Ahsen-i Takvim üzere yaratılan insan, vücut yapısıyla, ruhuyla, canıyla, irade ve aklıyla, temiz fıtratıyla Rahman'ın kulu insan, canlıların en şereflisidir.

Esfele’s-safilin ile de yaşayan canlıların en şerlisi olabilmektedir! Yeryüzünü fesada uğratan, ekini ve nesli bozan, öldüren, fitne çıkaran, cimri, bencil, iman yönünden akıl yoksunu, zinaya yol açan, faizci, terör uygulayan aşağıların aşağısı zalimi zalim insan!

Kirâmen Kâtibin (Hafaza) melekleri her bir yanımızdan kayıt altına almakta. Beş duyu organlarımız olan dil, tat almayla; kulak, seslerle; burun, koku almayla; göz, görmekle ve kalp idrak ile beyin ise bunları kaydetmekte; el yapmakla; ayak yürümekle şahitlik etmekte, her bir şeyi en ince detayıyla hatta zerre miktarı iyilik veya kötülük kayıt altına alınmakta.

Bunları da yönetense insana verilen akıl nimetidir. Beş duyu organlarımızı nefis ve irade yönlendirir ve bunun üzerinde akıl tümüyle yönetir. Fıtratını koruyan akıl nimetin emrindeki insan mü'min olur. Mü'min olan ise cennet yolcusu olur.

Fıtratını kirletenlerin ise cin ve insan şeytanları, nefis ve iradesi aklını esir alır, yani aklını kullanmaz, dolayısıyla da kişi kâfir olarak cehennem yolcusu olur.

Dil tat alma duyusuyla tattığını unutmaz, lezzetleri tek tek bilir ve beyin ise kayıt yapar. Yeni doğan ve büyüyen çocuk,  birçok eşyaya elliyle, diliyle ve ağzıyla dokunur.

Böylece eşyayı ve yiyecekleri de tanımış olur. Dil söylediği ile de mes’uldür. İyi veya kötü söylediği her söz, beyin ve melekler tarafından kayda geçirilir. Dil bozuk yiyecekleri, tuzlu, acı, meşrubat çeşitlerini, tattığı tüm yiyeceklerin lezzetini veya leziz olmayanı bilir ve unutmaz. Haram yiyecek ve içeceklerin tatları ve acılarını da unutmaz. Dil ahirde şahitlik yapacak! "İnsan onu da bilir mi?"

Kulak duyduğu sesleri yıllar geçse de unutmaz. Kulağın her duyduğu ses beyin tarafından kaydedilir. Yıllar geçse de konuşulan sesleri ve sahibini genelde bilir. Telefonda ki sesin sahibini genelde tanır. Su sesini, hayvanların sesini, ağaçların, rüzgarın, deniz dalgaların, insan seslerini vs. unutmaz bilir.

Burun her tür kokuyu algılar ve güzel kokuları, pis kokuları, yiyecek aromalarını, leziz yemek kokusunu, leş kokusunu bilir. Aslında koku alma, güzel bir nimettir. Halk deyimi ile “burnuma pis kokular geliyor”; denilen yerden uzak durmaktır.

Göz görme ile insanın en değerli organıdır. Güzele bakmak sevap değil,  güzel bakmak sevaptır. Göz gördükleriyle şahittir. Her gördüğünü beyin kayıt yapar. Sürekli harama bakan göz, zamanla vücut fiili ile haramı işler. Kişi gördüklerini yıllar geçse de unutmaz. Göz aslında irademizle yaptıklarınızı kamera gibi kayıt yapmakta. Silemeyiz, çünkü beyin gördüklerini kaydetmiş; ancak Allah dilerse tevbeyle siler.

İnsan kendini tanımalı, bize verilen beden gömleği emanet olduğunun bilincinde olmalıyız. Emanet verilen beden gömleğini vakti gelince çıkaracağız ve aslı olan toprağa dönecek, ruh ise Allah'a dönecek. İnsan yarın ahirette organların dile geleceğini, aleyhimize veya lehimize şahitlik yapacağını unutmamalı.

“O gün ağızlarını mühürleriz, elleri bize söyler ayakları yaptıklarına şahitlik eder.” (Yâsin, 65)

Vücut donanımını güzel yapan ve inşa eden Allah'ı sürekli zinde tutmalı; Tevbe ve istiğfarla dilimiz ıslak olmalı. Vücudumuzu bilen bizler değil; sadece Allah'tır. Yaptığımız her işe dikkat etmeli, yarın duymak istemediğimiz, görmek istemediğimiz her bir fiilden uzak durmalı, söylediğimiz her sözü bilinçli söylemeliyiz.

Pişman olacağımız her ve takva yolu olur. Ahirette de cehennem azabından kurtulur.