İslam Başaran

İslam Başaran

Siyaset konuşurken hepimizin düştüğü ortak bir tuzak var: Meseleyi kişiler üzerinden, partiler üzerinden anlamak… Kimin geldiği, kimin gittiği, hangi partinin daha iyi olduğu üzerine tartışıp duruyoruz. Herkes kendine bir “kurtarıcı” arıyor. Oysa Müslüman için asıl soru şudur: Biz hangi hakikatin üzerinde duruyoruz?

Evet, bunu konuşmadığımız sürece hangi parti iktidara gelirse gelsin, hangi lider ne vaat ederse etsin, sonuç değişmeyecek. Çünkü sorun partilerde değil; Allah’ın hükmünü hayattan koparan laik egemenlik sisteminde.

Bu nedenle Müslümanın CHP ile de, AK Parti ile de, başka herhangi bir parti ile de “adı özelinde” bir düşmanlık taşıması doğru değildir. Bizim itirazımız parti isimlerine değil; hakikatin yerine insan aklının mutlaklaştırılmasına olmalıdır.

 

Kişiler Değil, İlkeler Belirleyici Olmalı

Kur’an bize kişilere değil, ölçülere bakmamızı öğretir.

“Hüküm yalnız Allah’ındır.” (Yusuf, 40)

Bu ayet aslında siyasetin merkezine bir gerçeği yerleştirir: Müslüman, siyasi tavrını liderlere göre değil, Allah’ın hükmünün hayattaki konumuna göre belirler.

Bugün isterseniz en dindar görünen bir parti iktidarda olsun; eğer faiz korunuyorsa, aileyi belirleyen yasalar sekülerse, eğitim ilahi hakikatten kopuksa, toplumsal adalet piyasa aklına teslimse…

O zaman sorunun kaynağı değişmemiş demektir.

Sorun kişiler değil; sistemin kendisidir.

 

CHP ile Kişisel Bir Sorunumuz Olamaz

Toplumumuzda bazı Müslümanlar yılların getirdiği reflekslerle CHP’ye karşı derin bir tepkisellik taşıyor. Oysa bu tepkiden daha büyük ve daha derin bir mesele var: CHP gelse de, AK Parti kalsa da, yeni bir parti çıksa da aynı sistem içinde yönetiliyoruz.

Bu sistemde yasama Allah’a değil, insana dayanıyor. Ahlaki sınırlar vahye değil, kanuna göre şekilleniyor. Toplumsal düzen ilahi değil, siyasal iradeye göre belirleniyor.

Bu çerçeve değişmediği sürece bir partiyi düşman görmenin, diğerini “kutsal” yerine koymanın bir anlamı yok.

Sorun parti değil;

İslam ile laik devlet felsefesi arasındaki köklü uyumsuzluk.

 

Sistemi Tartışmadan Siyaseti Anlayamayız

Türkiye’de siyaset konuşuyoruz ama zemini konuşmuyoruz.

Oysa asıl sorulması gereken şudur:

Yönetimin kaynağı kim?

Allah mı, halk mı, devlet mi?

İslam siyasetinde sorun “kim yönetecek?” değil, kimin hükmü geçerli olacak-tır.

Bugün toplum ne kadar dindar olursa olsun, yönetenler ne kadar iyi niyetli olursa olsun, sistemin omurgası değişmediği sürece sonuç hep aynı kalacaktır.

Bu yüzden Müslümanın beklentisi parti değişimi değil; zihniyet ve hüküm kaynağı değişimidir.

 

İslami Kalem Sahiplerine Sorumluluk

Bu ülkenin İslami kesiminde kalem oynatanların önemli bir sınavı da burada başlıyor. Yıllardır hakikati parti siyasetinin gölgesinde konuştuk. “Ehven-i şer” üzerinden bir dille avuttuk kendimizi. Fakat artık bu dilin toplumu bir yere taşımadığı çok açık.

İslami kalem sahipleri bugün:

Hakikati partilerin hizasına göre kıvırmadan,

Sistemin laik karakterinin İslam ile çeliştiğini cesaretle söyleyerek,

İnsanları kutuplaştırmadan fakat bilinçlendirerek,

Siyasi analizleri “kim?” üzerinden değil “hangi hakikat?” üzerinden yaparak sorumluluğunu yerine getirmelidir.

Üslup yumuşak olabilir, olmalı da; fakat hakikatten taviz olmamalıdır.

Yumuşak Bir Dille Sert Bir Gerçek

Şunu incitmeden ama saklamadan söylemek zorundayız:

İslam’ın adalet ve toplum tasavvuru, laik egemenlik sistemiyle bağdaşmaz.

Bu çatışma CHP’nin kazanmasıyla çözülmez, AK Parti’nin kalmasıyla da çözülmez. Çünkü sorun isimlerde değil, zemindedir.

Müslüman için asıl mesele şudur:

Benim sorunum komşumla, kardeşimle, farklı düşünenle değil.

Benim sorunum insanlarla değil; hakikatin hayattan çıkarılmasıyla.

Mücadelem kişilerle değil; zihniyet ve ölçülerle.

Arayışım parti değil; adaletin, merhametin ve ilahi hükmün toplumda karşılık bulması.

Müslüman toplulukların bugün en büyük imtihanı, siyasi kamplaşmaların arasında hakikati kaybetmektir. Oysa hakikat, hiçbir partinin tekelinde değildir.

Bu yüzden:

CHP ile kişisel bir düşmanlığımız olamaz.

AK Parti ile kutsal bir bağlılığımız da olamaz.

Bize düşen, tüm partilere karşı adalet ölçüsünü korumak ve sistemi doğru okumaktır.

Müslümanın derdi parti değil, hakikattir.

Mücadelesi kişi değil, ilkedir.

Arayışı makam değil, adalettir.

Ve şunu unutmayalım:

Zemin değişmedikçe sonuç değişmez.

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), 2000’li yılların başında özellikle 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından ABD tarafından gündeme getirilen, daha sonra Batılı müttefikler ve İsrail’in de destek verdiği jeopolitik bir yeniden yapılanma girişimidir. ABD tarafından resmi adıyla “Greater Middle East Initiative” (Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Girişimi) olarak ilan edilen bu proje, bölgenin siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel yapısını yeniden dizayn etme amacını taşımaktadır.

Projede Görev Alan Aktörler

1. ABD:

George W. Bush yönetimi (2001–2009) döneminde BOP en üst düzeyde dile getirildi.

Projede Pentagon, CIA, Dışişleri Bakanlığı ve Beyaz Saray aktif rol oynadı.

ABD’nin hedefi; enerji kaynaklarını kontrol etmek, terörle mücadele adı altında bölgede kalıcı varlık sağlamak ve İsrail’in güvenliğini garanti altına almaktı.

2. Avrupa Birliği:

Fransa, İngiltere ve Almanya başta olmak üzere AB ülkeleri projeye ekonomik ve diplomatik destek verdiler.

Özellikle NATO üzerinden askeri katkılar sağlandı.

3. İsrail:

Projenin en büyük stratejik kazanımı İsrail’in güvenliğinin kalıcı hale getirilmesidir.

Filistin meselesinin çözümü yerine İsrail’in çıkarlarını koruyacak bölgesel düzen hedeflendi.

4. Yerel Ortadoğu Yönetimleri:

Bazı Arap ülkeleri (örneğin Suudi Arabistan, Ürdün, Mısır) çıkarları doğrultusunda BOP’un belli yönlerine destek verdi.

Ancak Türkiye de “eş başkanlık” meselesi üzerinden projede zaman zaman anıldı.

Projenin Siyasi Amacı

BOP’un siyasi amaçları üç temel başlıkta özetlenebilir:

1. Bölgeyi Yeniden Şekillendirmek: Ulus-devlet sınırlarını etnik ve mezhepsel çatışmalar üzerinden yeniden çizmek. Irak ve Suriye örneklerinde bu politika uygulandı.

2. Batı’ya Bağımlı Rejimler Kurmak: Demokratikleşme söylemi altında Batı’ya muhalif yönetimlerin devrilmesi. Arap Baharı sürecinde Tunus, Libya, Mısır ve Yemen’de görüldü.

3. İsrail’in Güvenliği: Bölgenin parçalanması ve güçsüzleşmesi, İsrail’in bölgesel üstünlüğünü sağlamlaştırdı.

BOP ile Kaosa Sürüklenen Ülkeler

Irak: 2003 ABD işgali sonrası ülke etnik (Kürt–Arap) ve mezhepsel (Şii–Sünni) çatışmalara sürüklendi. Milyonlarca insan hayatını kaybetti veya göç etti.

Suriye: 2011’de başlayan iç savaş, ülkeyi fiilen üçe böldü. Büyük güçlerin vekalet savaşına sahne oldu.

Libya: 2011 NATO müdahalesi sonrası Kaddafi’nin devrilmesiyle birlikte devlet otoritesi çöktü, ülke milisler arasında bölündü.

Mısır: 2011’de Mübarek’in devrilmesiyle başlayan süreç, kısa süreli demokrasi girişiminin ardından askeri darbe ile sonuçlandı.

Yemen: 2011 sonrası ülke iç savaş ve insani krizle karşı karşıya kaldı.

Afganistan: BOP kapsamına dahil edilen ülkelerden biri olarak işgal ve istikrarsızlık yaşadı.

Bu süreçlerin ortak noktası, ülkelerin demokrasi ve istikrara değil; kaos, iç savaş ve parçalanmaya sürüklenmesidir.

BOP’un Siyasi ve Bölgesel Hedefleri

1. Enerji Kaynaklarının Kontrolü: Ortadoğu petrol ve doğal gaz rezervleri dünya enerji piyasasının belkemiğidir. BOP, bu kaynakların Batı denetiminde kalmasını hedefledi.

2. Yeni Haritalar: “Büyük Ortadoğu Haritası” adıyla sızdırılan belgelerde mevcut ulus-devletlerin bölünmüş halleri gösterildi. Amaç, küçük ve yönetilebilir devletçikler yaratmaktı.

3. Kültürel ve İdeolojik Dönüşüm: İslam dünyasının Batı değerleri ile uyumlu hale getirilmesi, İslami hareketlerin etkisizleştirilmesi.

4. Küresel Sistem Entegrasyonu: Ortadoğu ülkelerinin küresel neoliberal düzene eklemlenmesi ve Batı sermayesinin önündeki engellerin kaldırılması.

Elbette. Aşağıda, önceki makaleye uygun biçimde sonuç kısmını genişletilmiş, güncel, Gazze-İsrail savaşı bağlantılı ve çözüm önerileri içeren şekilde yeniden yazdım. Bu versiyon, akademik makale bütünlüğüne ve üslubuna uygun biçimde düzenlenmiştir:

Sonuç

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), görünürde bölgeye demokrasi, özgürlük ve refah getirme iddiasını taşımış olsa da, uygulamada emperyalist çıkarların örtülü bir stratejisi haline gelmiştir. Proje, bölge halklarının inanç, kimlik ve direniş dinamiklerini zayıflatarak, Batı merkezli bir siyasal ve ekonomik düzenin tesis edilmesini amaçlamıştır. Bugün Ortadoğu’da yaşanan her büyük çatışma, bu uzun vadeli planın farklı bir aşamasını temsil etmektedir. Irak, Suriye, Libya ve Yemen’de devlet otoritelerinin çökmesi, bu planın sonuçlarıdır.

BOP’un en dikkat çekici yansımalarından biri ise Gazze-İsrail savaşı üzerinden günümüzde açıkça görülmektedir. 7 Ekim 2023’ten itibaren Gazze’de yaşanan vahşet, yalnızca iki taraflı bir çatışma değil, Büyük Ortadoğu Projesi’nin yeni fazının somut göstergesidir. İsrail’in, ABD ve Batı desteğiyle yürüttüğü askeri operasyonlar, “terörle mücadele” kisvesi altında Filistin direnişini bastırmak ve bölgeyi tamamen İsrail merkezli bir güvenlik mimarisi altına sokmak amacını taşımaktadır.

Bu süreçte, Gazze bir laboratuvar işlevi görmektedir: Batı, hem askeri teknoloji hem de medya ve bilgi savaşları üzerinden yeni kontrol yöntemlerini denemekte, bölge halklarının tepkilerini ölçmektedir. Bu, yalnızca Filistin’i değil; Lübnan, Suriye, İran, Türkiye ve Mısır gibi ülkeleri de kapsayan daha geniş bir bölgesel dönüşümün habercisidir. İsrail’in Gazze üzerindeki tahakkümü, kısa vadede bir “zafer” gibi sunulsa da, uzun vadede tüm bölgeyi daha büyük bir mezhepsel, etnik ve politik kaosun içine sürükleme potansiyeline sahiptir.

Dolayısıyla BOP, artık yalnızca 2000’li yılların bir projesi değil; bugünün Ortadoğu’sunda yeniden şekillenen küresel güç dengelerinin aktif bir aracıdır. Bu bağlamda, ABD ve Batı’nın bölge üzerindeki hegemonik çabaları sürdükçe, adalet, özgürlük ve bağımsızlık kavramları gerçek anlamlarına kavuşamayacaktır.

Çözüm Yolu

Bölgenin kurtuluşu, dış güçlerin müdahalesiyle değil, İslam coğrafyasının kendi iç bütünlüğünü yeniden kurmasıyla mümkündür. Bu da ancak:

1. İslam ülkelerinin birlik bilinciyle hareket etmesi, mezhepsel ayrılıkların üstüne çıkmasıyla,

2. Adalet merkezli, halk iradesine dayalı yerli yönetimlerin güçlenmesiyle,

3. Kültürel ve ahlaki yeniden dirilişin, yani Kur’an ve vahiy eksenli bir toplumsal bilincin yeniden inşasıyla sağlanabilir.

Seyyid Kutub’un ifadesiyle, “Bir toplum Allah’ın kanunları dışında kanunlar koymaya devam ettikçe, özgürlük değil esaret içinde yaşar.” Bu bağlamda BOP’un karşısına konulacak en güçlü direniş hattı, iman, adalet ve ümmet bilinciyle inşa edilmiş bir İslami dayanışma modeli olacaktır.

Gazze’nin direnişi, bu bilincin en somut örneğini temsil etmektedir. Zulüm karşısında direnen bir halkın iradesi, yalnızca Filistin’in değil, tüm İslam coğrafyasının yeniden uyanışına öncülük etmektedir. Bu uyanış gerçekleştiğinde, dış müdahalelere, harici projelere ve dayatılmış haritalara gerek kalmadan, bölge kendi adalet düzenini yeniden kurabilecektir.

İslam BAŞARAN